Sınırlar çizmek yerine bakışları çoğaltmak daha anlamlı
- Günümüzde Kürt yazarlar Şarkiyatçılık alanının ötesinde, şiddet çağının içinde beliren kültürel aydınlanmanın da etkisiyle, kendi seslerini var ediyorlar. Burada sınırlar çizmek yerine bakışları çoğaltmak daha anlamlı.
Roman sanatı, modern dönemin bir hediyesidir insanlığa. Merkezinde Avrupa’nın olduğu modern dönem, bazı toplumların yükselişine sahne olurken bazı toplumların adeta yıkımı haline geldi. Avrupa’dan başlayarak yayılan modernizasyon ekonomik ve sosyal ilişkileri çok hızlı bir değişime zorladı. Bu değişimler egemen ulusların resmi ideolojilerinde büyük zaferler olarak yer alırken ezilen uluslar için büyük felaketler anlamına geliyordu. Modernizasyon Kürtler için de birçok yönüyle felaket demektir zira modernlik demek bir bakıma ulusal olarak ‘yurtsuzlaşma’dır. Bu süreci özellikle Türkçe yazan Kürt yazarlarların romanlarında görmek mümkün. Burada tartışmaya açmak istediğimiz husus neden Türkçe eser verdikleri değil bilakis Türkçe eserlerinde ulusal ve toplumsal olana dair çizdikleri imajlar, anlatı biçimleri ve kullandıkları motifler.
Romanları birçok dile çevirilen ve son olarak da Vaclav Havel Ödülü Kütüphanesi Vakfı’nın her sene kitabı İngilizce yayımlanmış yazarlar arasında belirlediği ‘Huzuru Bozanlar‘ ödülünün bu yılki sahibi olan yazar Burhan Sönmez ile Türkçe yazan Kürt yazarların eserlerinde bu ulusal ve toplumsal olana dair yaratılan imge ve motiflerin benzerliği ve kökleri üzerine konuştuk.
Yazar Burhan Sönmez Türkçe yazan Kürt yazarların sadece notlar alıp gazete belgeselciği yapmadığını eserlerinin nitelikleriyle kalıcı olmayı vadettiğini belirtiyor. Türkçe yazan Kürt yazarların ve Türk yazarların romanlarında romantize edilmiş ve mistik anlatı hakkında yapılan tartışmaları zenginleştirici bulduğunu fakat sınırlar çizmek yerine bakışları çoğaltmanın daha anlamlı olduğu vurgusunu yapıyor.
Kendi anadilinde ilerde eserler verme ihtimali olup olmadığı sorusuna ‘Kürtçe yazma tasarımım var’ cevabın veren Sönmez ‘İnsan başka dillere alışsa da, ana sütünü özler’ diyor. Burhan Sönmez’in Masumlar romanı geçen yıl Kürtçe Hespên Reş Bayên Sorgewez adı ile Lîs Yayınevi etiketi ve Xelîl Semed çevirisiyle okuyucuyla buluşmuştu.
Masumlar’da görünür olan aidiyet hissi, güçlü yaşlı anlatıcı ile varoluşsal sorunlar yaşayan genç arayışçı arasındaki ilişki, Türkçe yazan başka Kürt yazarların romanlarında da öne çıkan bir motif. Bu motifler bir kuşak çatışmasının tezahürü mü yoksa daha derin bir sancıyı mı işaret ediyor?
Bu konuda kesin bir şey söylemek için erken, geri plandaki motiflerin karakteri ancak birkaç kuşak sonra netleşebilir, şimdilik sadece tahminlerimizi dile getirebiliriz. Kuşak çatışmasından her zaman benzer hikâyeler çıkabilir, ama burada anlatılan -dediğiniz gibi- daha derin bir sancıyı işaret ediyor. Bir yanıyla kırsaldaki küçük hayattan kentteki büyük hayata geçişin sancıları, diğer yanıyla memleketinden kopup uzaklara gitmesi yani sıladan gurbete düşmesidir. Kürt bireyi bu yanıyla ifade edilir, kendi sılasındayken bile gurbeti yaşayan birey.
Her iki romanınızda, Kuzey ve Masumlar’da bir “arayış” ve bunun getirdiği bir “yolculuk” var. Bu yolculuklar bir “ben” olma arayışı mıdır, yoksa Soren Kierkegaard’ın kendinden kurtulamamanın işkencesi dediği bir süreç mi?
Bir oğlan çocuğunun babasıyla ilişkisine benzer bu. Çocuk hem babasını arar, hem de ondan kurtulup kendisi olmayı arzular. Bu zıtlık aslında çelişki değil, hayatın doğasıdır. Babası onun ruhundadır, ondan kurtulamaz, kurtulduğunu sandığı anda bile. Dil burada yaraları sağaltandır. Arayış ise bir dilin içinde (veya yokluğunda) başlayıp onun başka bir ucunda biten yolculuktur.
Türkçe yazan Kürt yazarlarda ulusal ve toplumsal olana dair anlatılarda “mistik” yan çok belirgin. Bu noktada Edward Said’in Şarkiyatçılık eserinden bir alıntı yapmak istiyorum: “Şarkiyatçıların konusu Doğu’nun kendisinden ziyade, Batılı okuryazar kamuoyuna tanıtıldığı ve böylece daha az korkulur kılındığı haliyle Doğu’dur.” Bu mistik anlatı bir yerde Kürt’e dair yaratılan egemen söylemi “daha az korkulur kılma” çabası mı?
Romantize edilmiş anlatı sadece Kürt yazarların değil günümüzde Türk yazarların da yöneldiği bir eğilim. Ülke genelindeki bir arayışın yansıması gibi görünüyor. Ama asıl edebiyat dediğimiz şey bu eğilimlerin içinde beliriyor, küçük parıltılar halinde. Kürt yazarlar daima ve sadece köylerindeki sosyal meseleleri yazmıyorlar, yani notlar alarak gazete belgeselciliği yapmıyorlar. Fazlasıyla politik havayı yansıttıkları öykü ve romanlarında bile, pek çoğu iyi edebiyatın örneklerini verebiliyor, vasatı aşarak kalıcı olmayı vadediyorlar. Günümüzde Kürt yazarlar Şarkiyatçılık alanının ötesinde, şiddet çağının içinde beliren kültürel aydınlanmanın da etkisiyle, kendi seslerini var ediyorlar. Burada sınırlar çizmek yerine bakışları çoğaltmak daha anlamlı.
Örneğin, Joseph Conrad’ın yarattığı “Afrika’ya bakış edebiyatına” başta Chinua Achebe olmak üzere Afrikalı yazarların red ve itirazı anlamlı ve önemliydi. Ama iyi edebiyatın itiraz ile birlikte takdir de hak ettiğini biliriz. Bir başka Afrikalı yazar Ngugi wa Thiongo geçen ay The New York Times’ta çıkan bir makalesinde bu konuyu ele alarak, edebiyattaki emperyal ruhu eleştirmiş, ama bununla yetinmeyerek ve Achebe’nin yorumundan öteye geçerek, Conrad’ın kalemindeki olumlu yanları da vurgulamıştı. Bitmiş bir tartışma değil, farklı yanlarıyla sürecek, bizde de sürmesi gereken, zenginleştirici bir tartışma bu.
Türkçenin okuru, Türkçe yazan Kürt yazarların metinlerine metnin edebi değerinin dışında da faklı anlamlar yüklüyor mu? Mesela onu bir “hafıza tazeleme” ve “kayıt defteri” olarak mı görüyor? Diğer dilin aynasından baktığımızda şöyle diyebilir miyiz: “Kürtçe yazılamadığı için bir biçimiyle eksik ve kırılgandır bu metinler.”
Okurların genelde öyle bir ayrım yaptığını söyleyemem, en azından benim gözlemim bu. Oradaki ayrım Kürt veya Türk yazarlar olarak değil de, politikaya değinen ve değinmeyen yazarlar olarak beliriyor. Diğer tespitinizi kendime yakın buluyorum, kendi kalemim açısından. Kürtçe yazılamadığı için eksiklik ve kırılganlık taşır metinlerimiz. Hem çocukluğumuz hem de zihnimizdeki hikâye Kürtçe’dir, ama yazdığımız dil Türkçe. Hemen şunu da ekleyebiliriz: Her eksiklik bir fazlalığa kapı açar ve her kırılganlık yeni bir kuvvet yaratır. Türkçe yazan Kürtlerin (veya örneğin İngilizce yazan Hintlerin), başka bir dil içinde kendi dillerinin ruhunu yeniden yarattığını da söyleyebiliriz. İlginç (ve kendisiyle çelişik görünecek) bir örnek olarak, Chinua Achebe’nin Conrad’ın edebiyatındaki emperyalizmi eleştirmekle birlikte yazı dili olarak kendi Nijerya İgbo dili yerine İngilizceyi tercih etmesini hatırlayalım. Ve daha ilginç olanı ise, Achebe’nin Conrad’a karşı fazla katı olduğunu dile getiren Ngugi wa Thiongo’nun tersi bir yol izleyerek, kendi ana dilinde (Gikuyu, Kenya) yazmaya yönelmesidir.
Masumlar romanınızda öne çıkan leitmotiflerden biri de mezar ve mezarlıklar. Kewê bir sürü ölüme şahit olmasına rağmen hayatına “mezar” almamış orada mezarsız ölüler var. Fakat Brani Tawo sürgünde “mezarlıkları” bir tavsiye üzerine kendisine mesken ediniyor. Brani Tawo’nun mezarlarla ilişkisi Kürt’ün modern çağda bir şeylerin artık öldüğünü kabul etmesi gerektiğinin hezeyanları mı? Başka Kürt yazar ve sinemacıların eserlerinde de “mezar” çok belirgin bir motif. Bu konuda kolektif bilinçdışı bir okuma yapmak mümkün mü Brani Tawo ve mezarlar üzerinden?
Edebiyatta sembol daima alt okumalara kapı açar ki okumaların sınırı yoktur. Türkiye’nin en yaygın edebiyat dergilerinden Öykü Gazetesi üzerine bir eleştiri kaleme alan Sadık Albayrak öykülerdeki “mezar”ların çokluğuna dikkat çekmişti. Ben de 2014 yılında Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü’nün seçici kurulunda yer alırken, başvuran altmış civarındaki romanın çoğunda “ölüm-intihar-delirme” temalarının işlenmesine şaşırmış, bunun üzerine düşünmüştüm. Sanırım bu konularda daha çok incelemeye ve özellikle edebiyat sosyolojisinin ve psikolojisinin alanından gelecek okumalara ihtiyacımız var. Kendimizi yargılamaktan önce anlamaya, yorumlamaya yönelmemiz gerek diye düşünüyorum. Bazen edebiyatta konuşulanlardan ziyade konuşulmayanlar daha önemli olabilir. Aklıma Borges’in James Joyce’un ölümü üzerine kaleme aldığı yazı geliyor. Yazıda Joyce’a pek değinmemişti, ama yazının her satırında Joyce vardı.
Son yıllarda Türkçe yazan Kürt yazarlardan bazıları kendi anadillerinde de eserler verdi. Sizin bu konuya dair bir çabanız var mı?
Kürtçe roman yazma hayalim, daha doğrusu tasarım var. Kürtçede sevdiğim bir sözü söyleyeyim: “Çel merî çê, îlla şîrî dê.” Amcam söylerdi bunu. “Şîrî dê” burada ana dildir. İnsan başka dillere alışsa da, ana sütünü özler.
Son olarak Türkiye’deki siyasi tabloyu nasıl değerlendiriyorsunuz? Mevcut duruma bakınca bir şeylerin değişeceğine dair umudunuzu koruyor musunuz?
Siyasi durumla ilgili söyleyeceğim şeyler, varolan kara tabloyu tarif etmekten öteye geçmez. Ama kara tabloya rağmen, umudumuz var mı? Ben umut yerine sabır ve inat kelimelerini tercih ederim. Yoksa, umudun yokluğunda insan kendini kaybeder. Bu ülkede bir şeyleri dile getirmekten ve sabırla yaşamaktan vazgeçmemek anlamlı geliyor bana. Çok şükür böyle yaşayan çok sayıda kişi var.
Burhan Sönmez kimdir?
Burhan Sönmez Haymana’da doğ̆du (1965). İlk ve orta eğitimini Polatlı’da tamamladı. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra bir süre avukatlık yaptı. TAKSAV’ın (Toplumsal Araştırmalar, Kültür ve Sanat için Vakıf) kurucuları arasında yer aldı. Birgün ve Birikim gibi çeşitli gazete ve dergilerde kültür ve siyaset üzerine yazılar yazdı. Uzun yıllar İngiltere’de kaldı.
İlk romanı “Kuzey”, 2009 yılında yayınlandı. Onu “Masumlar” (2011) ve “İstanbul İstanbul” (2015) takip etti. Masumlar, 2011 Sedat Simavi Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü ve aynı yıl İzmir St. Joseph En İyi Roman Ödülü’nü aldı.
Sönmez, 2016 yılından beri Uluslararası-PEN yönetim kurulunda yer alıyor. Son olarak Vaclav Havel Ödülü Kütüphanesi Vakfı’nın her sene kitabı İngilizce yayımlanmış yazarlar arasında belirlediği ‘Huzuru Bozanlar‘ ödülünün sahibi oldu. ODTÜ’de roman üzerine ders veren ve Ayrıntı Yayınları’nda editör olarak çalışan Sönmez, İstanbul ve Cambridge’de yaşıyor.
Bu söyleşi 2 Aralik 2017 tarihinde Yeni Özgür Politika gazetesinde yayımlandı
Keine Kommentare:
Kommentar veröffentlichen