Mittwoch, 27. Dezember 2017

Bir modern zaman dengbêji: Seyit Alp

Unutulmaya yüz tutmuş bir Kürt yazar

  • ‘Romanlarının Yaşar Kemal’inkinden aşağı kalır yanı yoktu. Kelimeler cümlelerinde adeta coşup kendinden geçiyordu. Bütün gül ve çiçekler onun kelimeleri karşısında dansa tutuşuyordu. O bir söz ustasıydı. Fakat yeterince tanınmadı. Romanları kısıtlı bir çevre arasında yayıldı. 
Seyit Alp, bir modern zaman dengbêji, söz ustası. Türkçe edebiyatın Seyit Alp’i, Kırşehir’deki Kürt öğrencilerin Seyit Hoca’sı.
Şimdiye kadar toplamda dört romanı yayımlanmış fakat iki de yayımlanmamış romanı var. İlk romanı Welat- Bir iskan türkücüsü, 1977 yılında (Komal yayınları) ikinci romanı Devran ise 1979 yılında (Aydınlık yayınları) okucuyla buluşuyor. Üçüncü romanı Dino ile Ceren 1981 yılında YAZKO Roman Özendirme Ödülünü alıyor ve aynı yıl kitabın YAZKO yayınları tarafından basımı yapılıyor. Son romanı Şawk ise ilk olarak 1993 yılında (Zagros yayınları), 2000 yılında ise tekrar (Doz yayınları) yayımlanıyor. Yayımlanmamış iki romanı ise Rohat Alakom’un Birnebûn dergisinin 20. sayısında geçen anlatımına göre ailesi tarafından kendisine veriliyor o da yayımlanması için İsveç’teki APEC yayınlarına teslim ediyor.  
1945 yılında Ankara’ya bağlı Şereflikoçhisar’ın o zamanki ismiyle Kanlıkışla köyünde dünyaya gelen Seyit Alp 2000 yılında Ankara’da yaşamını yitirdi. 1970’li yılların başında Kırşehirde öğretmenlik yaptığı dönemlerde Kuzey Kürdistan’ın birçok ilinden öğrenci okumak için Kırşehir Öğretmen Lisesi’ne geliyor. Kırşehir gibi gericiliğin ve şovenizmin zinde olduğu bir yerde Kürt öğrencilerinin arkasında durup onlara kol kanat geriyor Seyit Alp. Her biri birer destan özelliği taşıyan romanlarındaki lirik anlatım ve Kurdî tat onu Türkçe edebiyatta da farklı bir yere oturttu. Yaşamı ve yazdıkları hakkında fazla kaynak bulunmayan Seyit Alp’i aynı zamanda onun bir öğrencisi olan Kürt yazar Receb Dildar’a sorduk. Dildar aynı zamanda onun Devran romanını 2006 yılında Kürtçeye çevirmişti. 

Seyit Alp’ın ‘Dewran’ romanı Kürtçeye çevirmenizde belirleyici olan hususlar neydi? 
Ben Seyit Hoca’nın öğrencisiyim. 1972 ve 1976 yılları arasında Amed, Mêrdîn, Dêrsim ve Semsûr gibi şehirlerden birçok kişi okumak için Kırşehir Yatılı Öğretmen Okuluna gelmişti, ben de onlardan biriydim. Seyit Alp o zaman öğretmenimizdi. Kendine güveni olan, haysiyetli ve başı dik bir insandı. Çok güzel şiir okurdu. Bizim üzerimizde büyük bir etkisi vardı. Sırf onun öğrencisi olmak için Kürt öğrenciler fen ve matematik bölümlerini bırakıp edebiyat bölümüne yöneldiler. 
O yalnız edebiyatçı yönü olan bir insan değildi aynı zamanda eylemciydi de. O yıllarda bizi faşistlere karşı koruyordu. Her zaman arkamızdaydı. Bizim için çok iyi bir rol modeldi. Maalesef okulu bitirdikten sonra onula ilişkim koptu. Fakat doksanlı yıllarda romanları elime geçti. Çok değerliydiler ve edebi düzeyleri de oldukça yüksekti. Biliyordum ki o zamanki şartlardan dolayı Türkçe yazmak zorunda kalmıştı o yüzden Dewran’ı Kürtçeye çevirme işine koyuldum.
Seyit Alp
Bir gün öğrendik ki Ankara’da vefat etmiş. Kürtçe yazmaya giriştikten sonra çeviri için ilk olarak Seyit Alp geldi aklıma. Ondan daha iyisini mi bulacaktım? Kürtçe çevirisini tamamladıktan sonra 2005 yılında basıma verdim. Fakat biliyorum gramer açısından Dewran’ın Kürtçe çevirisi birçok eksiklik barındırıyor. Umarım o değerli romanı bir kez daha gözden geçirir ve daha düzgün bir biçimde yayımlarım.       

Seyit Alp’in romanları için Kurdî özelliği çok belirgin yorumları yapılıyor. Siz de Kürtçe’nin bir yazarı olarak bu yorumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Şimdilerde birçok Kürt yazar Türkçe düşünüp Kürtçe yazıyor. Fakat Seyit Alp de durum tam tersiydi. Yazdığı alfabe Türkçeydi fakat cümleleri Kürtçe kokuyordu. İnsan anlıyordu ki Kürtçe düşünüp Türkçe yazmış. Lakin Türkçesi çok iyiydi. Edebi kavrama gücü de oldukça yüksekti. Cümlelerinden tandır ekmeğinin kokusu, derin vadi narlarının tadı ve Nemrut Dağının balı akıyordu. İnsan onun cümlelerini okuduğunda kendisini tanıyor ve hissediyor. Hangi toprağın üzerinde yürüdüğünü biliyordun. Evet romanlarında çok güzel bir Kurdî tat vardı.  

Edebiyatçı Seyit Alp unutuldu gibi. Acaba unutulmasına sebeb eserlerinin edebi değeri mi yoksa başka nedenler mi var?
Türkiye gibi bir ülkede eğer sırtın sağlam değilse çabuk unutulursun. Böyle bir durumda Seyit Alp gibi bir insan mı unutulmayacak? Çünkü o hem Kürt hem de muhalifti. Romanlarının Yaşar Kemal’inkinden aşağı kalır tarafı yoktu. Kelimeler cümlelerinde adeta coşup kendinden geçiyordu. Bütün gül ve çiçekler onun kelimeleri karşısında dansa tutuşuyordu. O bir söz ustasıydı. Fakat yeterince tanınmadı. Romanları kısıtlı bir çevre arasında yayıldı. Bu sıkıntılı ve kasvetli zamanlarda unutulsa dahi Seyit Alp romanları Türkiye klasikleri arasında yerini alacak. Onu okuyan biri bir daha bırakamaz. Cümleleri bir anafor oluşturuyor ve siz o anaforda kayboluyorsunuz. Romanlarının fazla tanınmamasının bir sebebi de hiçbir kurumun ona sahip çıkmaması. Eğer iyi bir yayınevi kitaplarını yeniden basarsa büyük bir ilgi göreceğini düşünüyorum.  

Sizce Seyit Alp ile diğer Türkçe yazan Kürt yazarlar arasındaki fark nedir?
Bana göre Seyit Alp’in farkı edebi ve sanatsal kavrama gücüydü. Seyit Alp’ın yazdıkları adeta bir sel gibi sizi önüne katıp götürüyor. Şiirin mi, romanın mı, destanın mı yoksa bir efsanen mi içinde olduğunu kestiremiyorsun. Edebiyat sözdür söz ise Seyit Alp de oldukça güçlü. İnsanı sarsıyor. İnsanı bir ata bindiriyor ova ve yaylalarda gezdirip bir dağ başında bir duru bir pınarın başında indiriyor. Farkı sanatı ve kalemidir. O taklit kimseyi taklit etmedi. Kendisi bir tarzdı, ekoldü.

Dengbêjlik geleneğinin sürdürücüsü


Şawk'ta anlatının şekillenmesinin yanı sıra aktarımında da dengbêjlik geleneğinin edebî araçlarının kullanılması söz konusudur. Bu noktada dengbêjlik anlatılarının sözsel biçimlenmesinde etkili olan dilin estetize edilişi, dramatizasyonun kullanımı gibi unsurlar, Şawk'ta da benzer biçimlerde görülür. Dilin estetize edilişi anlatının şiirselliğinde gözlemlenirken, dramatizasyon ile kolektif anlatımın anlatı kişilerinin anlatı aktarımına dahil edilmesi formunda karşılaşılır. Yapıtta anlatı nesnesinin aktarımını belirleyen özelliklerden geleneksel sözlü anlatımla kesişen noktalar dilin şiirselliği ve anlatımın anlatıcı ve anlatı kişileri aracılığıyla daimî bir ses olarak ifade edilmesidir. 
(Ezgi Ulusoy Aranyosi’nin 'Türkçe Edebiyatta Kolektif Belleğin Yansımaları'  konulu Yüksek Lisans Tezin’den)

Göç, iskan ve Kürt destanları
1968 kuşağından olan Seyit Alp ise romanlarında yeni yaşamı değil, göçü, iskanı ve geride kalmış yaşamı anlatmayı tercih etmektedir. Orta Anadolu bölgesine sürülmüş bir aileden gelen Seyit Alp, romanlarında bolca Kürt destanlarını da kullanmaktadır. İkinci romanı Devran bunu tipik bir örneğidir. Yazar, Devran’da çok eski bir Kürt destanı olan Xecê û Siyabend’deki tipleri ustaca başka alan ve tarihsel kesitlere götürmekte, onlara -kendine göre- yeni roller vermektedir. Yazar, konuyla ilgili olarak şunları söylüyor: ‘’Destan geleneğini, biçim içeriğini yozlaştırmadan halkımca söylendiği, algılandığı gibi çağdaş kalıplara dökmeye çalışıyorum. ‘Destan etmek’ olayı, modern roman ölçüleriyle çelişiyor gibi görünüyorsa da, tek ve düz bir çizgide gibi görünen akışın evrensel yorumlamayla bozulmadan sürdürülebileceği kanısındayım.’’
(Mehmed Uzun- Kürt Edebiyatına Giriş kitabından)

Şavk, bir değişimin destanı
Seyit Alp, bu masalsı, şiirsel destanında, halkları birbirine kırdırmakla ünlü Osmanlı düzeninden bir kesit verirken insanı ve yaşamı ustalıkla edebiyatlaştırıyor. Bu edebiyatlaştırma; insanı güzelleyen bir sevdanın ekseninde dönerken, beyler düzeninin soysuzlaştırılmasını, erdem sunan keskin törelerin yozlaştırılmasını, adına sultan düzeni denilen sömürü ve zulüm ağının sinsi sinsi, yürekleri tutsak ede ede örülmesiyle gerçekleşiyor.
(Öner Yağcı, 1993 basımlı Şavk romanın önsözünden)

Klasik Yunan trajedilerine de benziyor
Ortadaki Seyit Alp
‘Seyit Alp’in kitabına dün akşam başlamıştım. Elimden bırakamadım. Nasıl çoşkuyla okuyorum! Roman. Aynı zamanda şiir. Klasik Yunan trajedilerine de benziyor. Masal. Destan. Tarih. Söylence. Ağıt... Kişiler canlı, kurgu sürükleyici. Romanda doğa betimlemesini pek sevmem. Hele öyle uzayıp gidenlerini. Asturias’ta, Yaşar Kemal’de bile öyle sayfaları daha hızlı çevirdiğim olmuştur. Seyit Alp sevdirdi. Munzur suyunun kaynağını görmüştüm. Bir değil, bir sürü yerden kaynıyordu Munzur. Ve süt renginde. O dağa görünümünde insanı sarsan, kişiye yaşama hırsı aşılayan bir şey vardı. Seyit Alp’in kitabında da onu gördüm...’ 
(Cemal Süreyya, 1 Ocak 1986 Milliyet Sanat)

Dino ile Ceren bir destan
Dino ile Ceren, feodal ilişkiler içinde harman olup savrulan Doğu Anadolu yani Kürt insanının dramını tüm acıklı boyutlarıyla önünüze seriyor. Bu romanda, Hazal’da gördüğümüz din baskısının yerini ‘ağa baskısı’ alıyor. Bu romanın bir başka özelliği de, Doğu insanının çarpıcı gerçeklerinin bir türkü ve destan anlatımıyla verilmesidir. Sanatçı, romanını kurarken, şiir ve destan öğesinden bolca yararlanıyor. Bu nedenle Dino ile Ceren’e bir roman değil, bir Doğu türküsü, şiiri ya da destanı demek daha doğru belki. Şimdiye dek, folklorik öğenin bu denli başarılı biçimde romana sokulduğunu sanmıyorum. Ahmed Arif’in ve Enver Gökçe’nin şiirde yaptığını, Seyit Alp romanda yapıyor. 
(Mehmet Bayrak, Köy Enstitüleri ve Köy Edebiyatı kitabından)

Kürtler bu ismi unutmasın
Unutulmaya yüz tutmuş bir yazar var Türkçe yazdığı için, adı Seyit Alp. Eserlerinde kahramanlarının iç dünyası çok güçlü ve eğer bir gün Türkçe’ye dönersem onun eserlerini çevirmek isterim. Yalnız Kürtler bu ismi unutmasın! Bu yazar bana göre yeniden keşfedilmeli.
(Dr. Joanna Bochenska, Yeni Özgür Politika Kürtçe sayfasında çıkan  20 Ocak 2017 tarihli söyleşiden)

Müthiş bir edebiyat
Anadolu’daki edebiyatın mutlaka Bîrnebûn sayfalarına yansıması gerekir ki bu arada mutlaka Seyit Alp’in (ki romanlarında müthiş bir edebiyat zenginliği vardır ve Şavk romanında Ararat’tan Anadolu’ya göç eden bir aşiret ya da köy ahalisi müthiş bir dille anlatılır) adını özellikle anmak gerekiyor. 
(Bîrnebûn dergisinin 34. sayısından)

Şawk romanından pasajlar...


Osmanlı sizin kaşınıza, gözünüze vurgun olmasa gerek. Peki, ne diye kondursun. Ağıllar dolusu saman versin Araratlıya? Vereceğiniz bir kaç kuruşa mı bakar koca Dağıstan Bey… O ki, deryadır, sizin vereceğiniz bu deryada bir damla. Öyle varlıklı, zengindir. Yok oğul, onun derdi bizledir. Devenizi almadan çul vermez. Deve olmadan çulu ne edersen… ne işe yarar ki? Sizi Türkmenlerin arasına yerleştirip güvenliğini berkitir. İlerde Kürtle. Türkmeni vuruşturup keyfetmek ister. Niyeti budur oğul. Töremizde kin yoktu. Osmanlı’ya borçluyuz bunu. Ilgımlı, okunmuş bey hançerini gömdük toprağa. Altın hançer ne zaman paslanırsa, kinimizden vazgeçeriz. Bir de sizinle uğraşmayalım oğul. Kim ki, Osmanlı’nın dostuysa, bizim düşmanımızdır.  


(Şawk, Zagros yayınları 1993, Sayfa 36)  

* * *
Koçerler göğün yıldızıdırlar. Bu dünya da göktür. Durmadan dağılıp toplanırlar. Eşleşmiş yıldızlar birlikte yanıp sönerler, ağız ağıza doğar batarlar. Birlikte gider gelirler. Bunlar sevdalı koçerlere benzeşti. Biz de onlara. Yerin, göğün  anlamı, şenliğidir sevda. Kim bulmuşsa bin aferin. Gözümü doğunun parlak yıldızına tutmuş, yüreğimi onunla eşleştirmiştim. Doğunun parlak yıldızı, Ararat’ın yiğidi gibidir. Dünya ıssıza vardı mı, çıkar. Geceler uyumayan, karanlıkta işi, gücü olana benzer. Demişim ki, keşki o yıldızın yerine olaydım, gecenin has, ayağı çabuk yiğidini kimseler görmeden göreydim. Işığımla geçtiği yolu aydınlataydım. İşte bahtıma yalvarıp aynen böyle, demişim. Avradımız dedikoduyu pek sevmez ama siz buna dolanırsınız. Meramınız beni kötülüğe konuşturmaktadır. 
(Sayfa 66-67)
* * *
Dünyayı avaza verdi. Vefalı Kürt gelinlerini çaldı… Zorla ırzına geçilen, düşman gittikten sonra ar namus edip kendilerini uçurumlara fırlatan. Övdü onları. Kevok duysun istiyordu. Yoksulluğa sebep aradı. Yoksulluğu, halkın yoksulluğundan çıkarlananları lanetledi. İlendi uzun uzun. Bu dünyanın işine akıl erdirememişti daha. Ararat’ta kötü olan burada iyi, iyi olan kötü oldu. Kaypak, dönerli. Özü batak bir dünya. Özü bombok, inmeli, çıkmalı ayak uydurulamaz dönek dünya. Ne bizim, ne değil bilinmiyordu. (Sayfa 111) 
* * *
Memdız’ın gelişi düğün dernek oldu Zin’e. Ne etsin, bilemedi. Boş yere koşuşturup durdu ortalıkta. Bir güldü, bir ağladı. Gözüyle gördüğüne inanmıyordu. Gaybın. Özlemlenmiş özünün bir oyunuydu kendine. Uykuda gördüğü yanılıp gerçek sandığı bir surat, düştü Memdız. Üstünü yokladı, üstünde el dolaştırdı. Git gel çakılıp kaldı yüzüne. Dura dura anladı ki. bu Memdız’ın ta kendisidir. Şavkla doldu özü. Eline mendil alıp halaya kalkmadığı kaldı…şeksiz şüphesiz kalkardı. Öylesine büyüktü sevinci. (Sayfa 153)

Bu yazı 27 Aralık 2017 tarihinde Yeni Özgür Politika gazetesinde yayımlandı

Freitag, 15. Dezember 2017

Ma Goethe birra jî behsa Melayê Cizîrî dike?


Ma Goethe bi Kurdî dizanî!


  • Jixwe kes behsa wê yekê nake ka Goethe, Melayê Cizirî bi çi zimanî xwendiye. Herhal Goethe bi Kurdî nedizanî, heger xwendibe jî wergerên wê xwendine û bi qasî em dizanin, wan çaxan wergera Elmanî ya dîwana Melayê Cizirî peyde nedibû. 
Ev çend sal in, li ser Goethe û Melayê Cizirî efsaneyek heye û li gorî vê efsaneyê Goethe di pirtûka xwe ya “West-östlicher Diwan (Diwana Rojava û Rojhilatî) de behsa Melayê Cizîrî dike û pesnê helbestvaniya Cizirî dide. Di çend pirtûkên li ser dîwana Melayê Cizîrî yên bi Kurdi çapbûyî de heman efsane bi şêwazên cuda cih digire. Di pêşgotina pirtûka Prof. Dr. Abdulbakî Turan ‘Melayê Cizirî Divani ve Şerhi/Dîwan û şerha Melayê Cizirî’ (Çapa duyemîn 2012, weşanxaneya Nûbihar) de nivîskar îdîa dike ku Goethe di dîwana xwe ya navbirî de dibêje. “Ey Nîşanî!” û bi çend ristan pêsnê Melayê Cizîrî dide. Gava mirov vê dixwîne û dixwaze li çavkaniya agahiyê jî mêze bike û li bîblîyografiyayê rastî kîtêba wergera Abdurrahman Bedevî bi Erebî ya bi navê “ed-Diwan uş-Şerqî” tê. Her wiha mirov nizane ka di vê pirtûkê de navê Melayê Cizirî wekî nivîskar dibêje “Nîşanî” ye yan “Nîsamî” ye. Herçî orijînala pirtûka Goethe ye, ne “Nîşanî” lê “Nisami” tê nivîsandin û ev nav ne tenê li cihekî li çend cihên din jî heye.

Şaşî zû belav dibin
Her du pirtûkên din jî ji weşanxaneya Avasteyê çap bûne û amadekar û wergêrê pirtûkan, Emîn Narozî ye. Yek jê dîwan bi xwe ye ya din jî wergera şerha dîwanê ye.
Jixwe, Narozî salên 1987´an jî Dîwana Melayê Cizîrî li gel Zeynelabidin Kaya ji weşananeya Roja nû çap kiribû. Şerha Dîwana Melaye Cizîrî ya Mela Ehmedê Ziving e û bi zimanê Erebî hatibû nivîsandin ku bi wergêriya Narozî sala 2013´an bi Kurdî ji weşanên Avestayê derçû. Di pêşgotina her du pirtûkan de ku ji Avestayê derçûne, behsa têkiliya Goethe û Melayê Cizirî tê kirin. Di pêşgotina Dîwanê (2012) de helbesta Goethe tine, lê şîroveya wê heye û tê gotin, “Wêjenas û şaîrê Elmanî Johann Wolfgang von Goethe jî (1749-1832) di Dîwana Rojhilat ya nivîskarê Rojava de wî rast diderîne û diyar dike ku şaîrê mezin yê bi navê Nişanî (Melayê Cizirî) bi rastî qenctirîn kes e ku ji evînê hêz û birî û hikmeta wê fam kiriye.“

Êdî bi wergera wergerê jî!
Lê di pêşgotina Şerha Dîwana Melaye Cizîrî de helbest bi xwe jî heye. Helbest ji Dîwana Rojhilat ji Şairê Rojava bi wergera Kurdî ya Naîf Tahir Mikaîl hatiye neqilkirin. Lê Naîf Tahir Mikaîl ne bi ji zimanê Elmanî ji wergera Martin Tegen a Swedî wergerandiye ango wergera wergerê ye. Helbest wiha ye :

“Şahberhema kitêban
ya evînê ye
Min ew xwend pir bi baldarî
Hindik pelên wê xweşî
Hemiyên din kul û keder
Hicran û cudahî beşektî
Pareke kurt hevgihanî
Dû re raveya xem û derdan
Dirêj dibe bi cildan,
Bêdawî û bêhejmar.
Ey Nisamî/Nîşanî axir
Te riya rast dît
Kî dikare hişkegirêkê veke?
Da evîndar vebigihin hev.”

 ya orîjînal jî ev e :
      
“Wunderlichstes Buch der Bücher
Ist das Buch der Liebe.
Aufmerksam hab ich’s gelesen:
Wenig Blätter Freuden,
Ganze Hefte Leiden;
Einen Abschnitt macht die Trennung.
Wiedersehn! ein klein Kapitel,
Fragmentarisch. Bände Kummers,
Mit Erklärungen verlängert,
Endlos, ohne Maß.
O Nisami! – doch am Ende
Hast den rechten Weg gefunden:
Unauflösliches, wer löst es?
Liebende, sich wiederfindend.”

Çawa em dibînin di orjînala helbestê de ne mexlasê Cizîrî “Nîşanî” lê “Nisami” (Nîzamî tê xwendin) dinivîse.
Her du pirtûkên din ên ku li ser Melayê Cizirî ne û heman agahî tê de ne, ji weşanxaneya Belkiyê derçûne. Yek ji wan Dîwan bi xwe ye û amedakar û edîtorê pirtûkê Rênas Jiyan e. Rênas Jiyan di pêşgotina xwe de cih dide heman helbestê û xwe dispêre pirtûka Prof. Dr. Abdulbaki Turan. Ya din jî “Wêjeya Kurmancî” ye jixwe cihê ku behsa Mela tê kirin û pêşgotina Dîwanê yek e. 

Ev mexlas ne ew mexlas e
Wekî ku tê zanîn yek ji mexlasên Melayê Cizirî Nîşanî bûye. Li gorî nivîskarên me navên wan dan Goethe bi vê mexlasê pesnê Mela dide û wî derdixe esmanan. Lê ma bira Goethe qala Nîşanî dike yan Nîzamî Gencawî dike. Ez dibêjim, sedî sed behsa Nîzamî Gencawî dike ku bi dîwana xwe ya Leyla û Mecnûn navdar e.
Dev ji her tiştî berdin, em berê xwe bidin navê ku di pirtûka Goethe de dibuhire. Goethe li wir nav wekî “Nisami” nivîsandiye û ev nav li çend cihên din jî hene. Di zimanê Elmanî de herfa “s” wekî “es” tê xwendin lê heger di nav peyvê de kîte bi “s” dest pê bike wekî “z” tê xwendin. Yanî nivîsandina vî navî “Nisami” ye lê dema tê xwendin “Nîzamî“ tê xwendin.

Baş e, lê ma Goethe Cizîrî bi Kurdî xwend!

Jixwe kes behsa wê yekê nake ka Goethe, Melayê Cizirî bi çi zimanî xwendiye. Herhal Goethe bi Kurdî nedizanî, heger xwendibe jî wergerên wê xwendine û bi qasî em dizanin, wan çaxan wergera Elmanî ya dîwana Melayê Cizirî peyde nedibû. Lê bileks, sala 1798´an di kovara Neuer Teutscher de hin beşên Xûsrev û Şirîn a Nîzamî Gencawî bi wergera Joseph von Hammer-Purgstall ji Farisî ber bi Elmanî ve hebûn û sala 1809´an jî li Leipzigê wekî pirtûk ev werger dabû çapê. Ango Goethe hê sax bû bi Elmanî helbestên Nizamî Gencawî dihatin peydekirin.
Wekî din Goethe di dîwana xwe de behsa navê heft helbesvanên farisînûs dike. Em Nîzamî bidin aliyekî, her şeşên din ev in: Firdewsî, Enwerî,Celaledînî Rûmî, Sadî, Hafiz û Camî. Li wir, bi awayekî zelal mirov fêhm dike ku yê heftan jî Nîzamî ye ne Nişanî ye. Ji ber ku Goethe di dîwana xwe de qala destana Leyla û Mecnûn jî dike ku ji alî Nîzamî Gencawî ve hatiye nivîsandin. Jixwe, wekî din di gelek metn û şîroveyên li ser dîwana Goetheyê bi Elmanî de “Nisami” ne Melayê Cizîrî ye Nîzamî Gencawî ye. Li ser vê yekê ti şik û guman tine.

Ne hewcê ye mirov helbestvaniya Melayê Cizîrî efsaneyên bi vî hawî bîlasedem mezin bike. Dibe ku nivîskar ji bo pirtûka wî zêde bê firotin û nîqaşkirin serî li rêyên welê dide, lê heqê ti kesî tineye helbestvanekî wekî Melayê Cizîrî ji bo firotina pirtûka xwe bike înstrûmanek.

Ev nivîs 15ê Kanuna 2017an li rojnameya Yeni Ozgur Politika derçû

Sonntag, 3. Dezember 2017

Kürt sılasındayken gurbeti yaşar

Sınırlar çizmek yerine bakışları çoğaltmak daha anlamlı


  • Günümüzde Kürt yazarlar Şarkiyatçılık alanının ötesinde, şiddet çağının içinde beliren kültürel aydınlanmanın da etkisiyle, kendi seslerini var ediyorlar. Burada sınırlar çizmek yerine bakışları çoğaltmak daha anlamlı. 

Roman sanatı, modern dönemin bir hediyesidir insanlığa. Merkezinde Avrupa’nın olduğu modern dönem, bazı toplumların yükselişine sahne olurken bazı toplumların adeta yıkımı haline geldi. Avrupa’dan başlayarak yayılan modernizasyon ekonomik ve sosyal ilişkileri çok hızlı bir değişime zorladı. Bu değişimler egemen ulusların resmi ideolojilerinde büyük zaferler olarak yer alırken ezilen uluslar için büyük felaketler anlamına geliyordu. Modernizasyon Kürtler için de birçok yönüyle felaket demektir zira modernlik demek bir bakıma ulusal olarak ‘yurtsuzlaşma’dır. Bu süreci özellikle Türkçe yazan Kürt yazarlarların romanlarında görmek mümkün. Burada tartışmaya açmak istediğimiz husus neden Türkçe eser verdikleri değil bilakis Türkçe eserlerinde ulusal ve toplumsal olana dair çizdikleri imajlar, anlatı biçimleri ve kullandıkları motifler.                        
Romanları birçok dile çevirilen ve son olarak da Vaclav Havel Ödülü Kütüphanesi Vakfı’nın her sene kitabı İngilizce yayımlanmış yazarlar arasında belirlediği ‘Huzuru Bozanlar‘ ödülünün bu yılki sahibi olan yazar Burhan Sönmez ile Türkçe yazan Kürt yazarların eserlerinde bu ulusal ve toplumsal olana dair yaratılan imge ve motiflerin benzerliği ve kökleri üzerine konuştuk.
Yazar Burhan Sönmez Türkçe yazan Kürt yazarların sadece notlar alıp gazete belgeselciği yapmadığını eserlerinin nitelikleriyle kalıcı olmayı vadettiğini belirtiyor. Türkçe yazan Kürt yazarların ve Türk yazarların romanlarında romantize edilmiş ve mistik anlatı hakkında yapılan tartışmaları zenginleştirici bulduğunu fakat sınırlar çizmek yerine bakışları çoğaltmanın daha anlamlı olduğu vurgusunu yapıyor. 
Kendi anadilinde ilerde eserler verme ihtimali olup olmadığı sorusuna ‘Kürtçe yazma tasarımım var’ cevabın veren Sönmez ‘İnsan başka dillere alışsa da, ana sütünü özler’ diyor. Burhan Sönmez’in Masumlar romanı geçen yıl Kürtçe Hespên Reş Bayên Sorgewez adı ile Lîs Yayınevi etiketi ve Xelîl Semed çevirisiyle okuyucuyla buluşmuştu.         

Masumlar’da görünür olan aidiyet hissi, güçlü yaşlı anlatıcı ile varoluşsal sorunlar yaşayan genç arayışçı arasındaki ilişki, Türkçe yazan başka Kürt yazarların romanlarında da öne çıkan bir motif. Bu motifler bir kuşak çatışmasının tezahürü mü yoksa daha derin bir sancıyı mı işaret ediyor?
Bu konuda kesin bir şey söylemek için erken, geri plandaki motiflerin karakteri ancak birkaç kuşak sonra netleşebilir, şimdilik sadece tahminlerimizi dile getirebiliriz. Kuşak çatışmasından her zaman benzer hikâyeler çıkabilir, ama burada anlatılan -dediğiniz gibi- daha derin bir sancıyı işaret ediyor. Bir yanıyla kırsaldaki küçük hayattan kentteki büyük hayata geçişin sancıları, diğer yanıyla memleketinden kopup uzaklara gitmesi yani sıladan gurbete düşmesidir. Kürt bireyi bu yanıyla ifade edilir, kendi sılasındayken bile gurbeti yaşayan birey.

Her iki romanınızda, Kuzey ve Masumlar’da bir “arayış” ve bunun getirdiği bir “yolculuk” var. Bu yolculuklar bir “ben” olma arayışı mıdır, yoksa Soren Kierkegaard’ın kendinden kurtulamamanın işkencesi dediği bir süreç mi?
Bir oğlan çocuğunun babasıyla ilişkisine benzer bu. Çocuk hem babasını arar, hem de ondan kurtulup kendisi olmayı arzular. Bu zıtlık aslında çelişki değil, hayatın doğasıdır. Babası onun ruhundadır, ondan kurtulamaz, kurtulduğunu sandığı anda bile. Dil burada yaraları sağaltandır. Arayış ise bir dilin içinde (veya yokluğunda) başlayıp onun başka bir ucunda biten yolculuktur.

Türkçe yazan Kürt yazarlarda ulusal ve toplumsal olana dair anlatılarda “mistik” yan çok belirgin. Bu noktada Edward Said’in Şarkiyatçılık eserinden bir alıntı yapmak istiyorum: “Şarkiyatçıların konusu Doğu’nun kendisinden ziyade, Batılı okuryazar kamuoyuna tanıtıldığı ve böylece daha az korkulur kılındığı haliyle Doğu’dur.” Bu mistik anlatı bir yerde Kürt’e dair yaratılan egemen söylemi “daha az korkulur kılma” çabası mı?
Romantize edilmiş anlatı sadece Kürt yazarların değil günümüzde Türk yazarların da yöneldiği bir eğilim. Ülke genelindeki bir arayışın yansıması gibi görünüyor. Ama asıl edebiyat dediğimiz şey bu eğilimlerin içinde beliriyor, küçük parıltılar halinde. Kürt yazarlar daima ve sadece köylerindeki sosyal meseleleri yazmıyorlar, yani notlar alarak gazete belgeselciliği yapmıyorlar. Fazlasıyla politik havayı yansıttıkları öykü ve romanlarında bile, pek çoğu iyi edebiyatın örneklerini verebiliyor, vasatı aşarak kalıcı olmayı vadediyorlar. Günümüzde Kürt yazarlar Şarkiyatçılık alanının ötesinde, şiddet çağının içinde beliren kültürel aydınlanmanın da etkisiyle, kendi seslerini var ediyorlar. Burada sınırlar çizmek yerine bakışları çoğaltmak daha anlamlı.
Örneğin, Joseph Conrad’ın yarattığı “Afrika’ya bakış edebiyatına” başta Chinua Achebe olmak üzere Afrikalı yazarların red ve itirazı anlamlı ve önemliydi. Ama iyi edebiyatın itiraz ile birlikte takdir de hak ettiğini biliriz. Bir başka Afrikalı yazar Ngugi wa Thiongo geçen ay The New York Times’ta çıkan bir makalesinde bu konuyu ele alarak, edebiyattaki emperyal ruhu eleştirmiş, ama bununla yetinmeyerek ve Achebe’nin yorumundan öteye geçerek, Conrad’ın kalemindeki olumlu yanları da vurgulamıştı. Bitmiş bir tartışma değil, farklı yanlarıyla sürecek, bizde de sürmesi gereken, zenginleştirici bir tartışma bu.

Türkçenin okuru, Türkçe yazan Kürt yazarların metinlerine metnin edebi değerinin dışında da faklı anlamlar yüklüyor mu? Mesela onu bir “hafıza tazeleme” ve “kayıt defteri” olarak mı görüyor? Diğer dilin aynasından baktığımızda şöyle diyebilir miyiz: “Kürtçe yazılamadığı için bir biçimiyle eksik ve kırılgandır bu metinler.”
Okurların genelde öyle bir ayrım yaptığını söyleyemem, en azından benim gözlemim bu. Oradaki ayrım Kürt veya Türk yazarlar olarak değil de, politikaya değinen ve değinmeyen yazarlar olarak beliriyor. Diğer tespitinizi kendime yakın buluyorum, kendi kalemim açısından. Kürtçe yazılamadığı için eksiklik ve kırılganlık taşır metinlerimiz. Hem çocukluğumuz hem de zihnimizdeki hikâye Kürtçe’dir, ama yazdığımız dil Türkçe. Hemen şunu da ekleyebiliriz: Her eksiklik bir fazlalığa kapı açar ve her kırılganlık yeni bir kuvvet yaratır. Türkçe yazan Kürtlerin (veya örneğin İngilizce yazan Hintlerin), başka bir dil içinde kendi dillerinin ruhunu yeniden yarattığını da söyleyebiliriz. İlginç (ve kendisiyle çelişik görünecek) bir örnek olarak, Chinua Achebe’nin Conrad’ın edebiyatındaki emperyalizmi eleştirmekle birlikte yazı dili olarak kendi Nijerya İgbo dili yerine İngilizceyi tercih etmesini hatırlayalım. Ve daha ilginç olanı ise, Achebe’nin Conrad’a karşı fazla katı olduğunu dile getiren Ngugi wa Thiongo’nun tersi bir yol izleyerek, kendi ana dilinde (Gikuyu, Kenya) yazmaya yönelmesidir. 

Masumlar romanınızda öne çıkan leitmotiflerden biri de mezar ve mezarlıklar. Kewê bir sürü ölüme şahit olmasına rağmen hayatına “mezar” almamış orada mezarsız ölüler var. Fakat Brani Tawo sürgünde “mezarlıkları” bir tavsiye üzerine kendisine mesken ediniyor. Brani Tawo’nun mezarlarla ilişkisi Kürt’ün modern çağda bir şeylerin artık öldüğünü kabul etmesi gerektiğinin hezeyanları mı? Başka Kürt yazar ve sinemacıların eserlerinde de “mezar” çok belirgin bir motif. Bu konuda kolektif bilinçdışı bir okuma yapmak mümkün mü Brani Tawo ve mezarlar üzerinden?
Edebiyatta sembol daima alt okumalara kapı açar ki okumaların sınırı yoktur. Türkiye’nin en yaygın edebiyat dergilerinden Öykü Gazetesi üzerine bir eleştiri kaleme alan Sadık Albayrak öykülerdeki “mezar”ların çokluğuna dikkat çekmişti. Ben de 2014 yılında Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü’nün seçici kurulunda yer alırken, başvuran altmış civarındaki romanın çoğunda “ölüm-intihar-delirme” temalarının işlenmesine şaşırmış, bunun üzerine düşünmüştüm. Sanırım bu konularda daha çok incelemeye ve özellikle edebiyat sosyolojisinin ve psikolojisinin alanından gelecek okumalara ihtiyacımız var. Kendimizi yargılamaktan önce anlamaya, yorumlamaya yönelmemiz gerek diye düşünüyorum. Bazen edebiyatta konuşulanlardan ziyade konuşulmayanlar daha önemli olabilir. Aklıma Borges’in James Joyce’un ölümü üzerine kaleme aldığı yazı geliyor. Yazıda Joyce’a pek değinmemişti, ama yazının her satırında Joyce vardı. 

Son yıllarda Türkçe yazan Kürt yazarlardan bazıları kendi anadillerinde de eserler verdi. Sizin bu konuya dair bir çabanız var mı?
Kürtçe roman yazma hayalim, daha doğrusu tasarım var. Kürtçede sevdiğim bir sözü söyleyeyim: “Çel merî çê, îlla şîrî dê.” Amcam söylerdi bunu. “Şîrî dê” burada ana dildir. İnsan başka dillere alışsa da, ana sütünü özler.

Son olarak Türkiye’deki siyasi tabloyu nasıl değerlendiriyorsunuz? Mevcut duruma bakınca bir şeylerin değişeceğine dair umudunuzu koruyor musunuz?
Siyasi durumla ilgili söyleyeceğim şeyler, varolan kara tabloyu tarif etmekten öteye geçmez. Ama kara tabloya rağmen, umudumuz var mı? Ben umut yerine sabır ve inat kelimelerini tercih ederim. Yoksa, umudun yokluğunda insan kendini kaybeder. Bu ülkede bir şeyleri dile getirmekten ve sabırla yaşamaktan vazgeçmemek anlamlı geliyor bana. Çok şükür böyle yaşayan çok sayıda kişi var.

Burhan Sönmez kimdir?


Burhan Sönmez Haymana’da doğ̆du (1965). İlk ve orta eğitimini Polatlı’da tamamladı. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra bir süre avukatlık yaptı. TAKSAV’ın (Toplumsal Araştırmalar, Kültür ve Sanat için Vakıf) kurucuları arasında yer aldı. Birgün ve Birikim gibi çeşitli gazete ve dergilerde kültür ve siyaset üzerine yazılar yazdı. Uzun yıllar İngiltere’de kaldı.
İlk romanı “Kuzey”, 2009 yılında yayınlandı. Onu “Masumlar” (2011) ve “İstanbul İstanbul” (2015) takip etti. Masumlar, 2011 Sedat Simavi Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü ve aynı yıl İzmir St. Joseph En İyi Roman Ödülü’nü aldı.
Sönmez, 2016 yılından beri Uluslararası-PEN yönetim kurulunda yer alıyor. Son olarak Vaclav Havel Ödülü Kütüphanesi Vakfı’nın her sene kitabı İngilizce yayımlanmış yazarlar arasında belirlediği ‘Huzuru Bozanlar‘ ödülünün sahibi oldu. ODTÜ’de roman üzerine ders veren ve Ayrıntı Yayınları’nda editör olarak çalışan Sönmez, İstanbul ve Cambridge’de yaşıyor.

Bu söyleşi 2 Aralik 2017 tarihinde Yeni Özgür Politika gazetesinde yayımlandı

Bir cümlelik silah: Kürdistan sömürgedir

Foto: İbrahim Demirel 70’li yılların ikinci yarısında Kuzeyli Kürt örgütleri içinde sömürgecilik tartışmaları popülerdi. Ancak o günlerdeki ...