Samstag, 25. August 2018

Melayê Cizîrî ve Dîvân


''Melâ’yı kendinden önceki ve sonraki klasik Kürt edebiyatının büyük isimlerinden ayıran en önemli husus onun doğuştan şiire yetenekli oluşunun yanı sıra deneyimle, birikimle oluşan poetikası ve kuşkusuz felsefeyi hemen bütün bilimleri şiirlerine ustalıkla yedirebilmiş olmasıdır.''



Dîvân’ı dünya dillerine çevirebilme imkânı doğdu


Klasik Kürt edebiyatının temel taşlarından biri olan Melayê Cîzîrî’nin Dîvân’ı yazar İlhami Sidar tarafından yılları alan bir çalışmayla Ayrıntı Yayınları etiketiyle raflardaki yerini aldı. Dîvân’ı Türkçeye çevirmenin zorluğu ve yoruculuğuna değinirken İlhami Sidar kendisini ‘tutkuyla bağlı olduğunuz bir şaire sadık kalmak duygusu’nun ayakta tuttuğunu belirtiyor.
Kendisi de şair olan İlhami Sidar bu söyleşi vasıtasıyla makul ve dikkat çekici bir öneride de bulunuyor: “Türkçe çeviri üzerinden Dîvân’ı rahatlıkla diğer dünya dillerine çevirebilme imkânı doğmuştur.”
Aslında eseri ikinci dil üzerinden başka dillere çevirme işi edebiyatın çok da yabancı olmadığı bir şey. Tabii Sidar bu önerisini dillendirirken kolektif bir çabanın ürünü olması gerektiğinin de altını çiziyor.
Son birkaç yıldır özel olarak Melayê Cizîrî üzerine çalışıyorsunuz. Öyle ki Kürtçe romanınız Xewneke Payîzê de Melayê Cizîrî üzerineydi. Sizi Melayê Cizirî’ye yakınlaştıran, ona bu denli bağlayan şey neydi?
Doğru, son romanım ‘Xewneke Payîzê’ Melayê Cizîrî üzerine postmodern bir denemeydi ve Dîvân üzerine çalışmam için bir ön hazırlık niteliği taşıyordu. Dîvân’ı dört başı mamur bir sunumla Cizîrî hayranlarının karşısına çıkarmak Kürt edebiyatına aşina olduğum günden beri en büyük hayalimdi. Bu hayalimi gerçekleştirmemin önündeki engel ise anadilimden savrulmuş olmamdı. Anadilim Kürtçeyi kırk yaşından sonra kendi özel çabamla öğrendiğim bir sır değil.
Dille maceramızın uzun bir geçmişi var. Bu geçmişin erken evrelerini anadilim olmayan bir başka dilde, Türkçede yaşadım. Geride Türkçe okunmuş raflar dolusu kitap, Türkçe yazılmış yüzlerce şiir, onlarca deneme, eleştiri, öykü ve bir kısmı kitabevi raflarında okurla buluşmuş çok sayıda roman kaldı bu erken evreden.
Dil ile maceramın seyri Cahit Sıtkı Tarancı’nın ünlü şiiri “Otuz Beş Yaş”ın imlediği kritik yaşam kesitinde değişti. “Dante gibi ortasında olduğum ömür”, Türkçedeki yolculuğuma hakkı yenmiş bir kardeş gibi sessizce içim sıra eşlik eden anadilimi, kendi “karanlık ormanımı” hayli acımasız biçimde hatırlattı bana. Anadilinden sürgün edilmişlik duygusu, yaşadığım yakıcı deneyimlerin de artan etkisiyle bir anayurda dönüş duygusu, bir kavuşma heyecanıyla birleşti. Karanlık ormanımla karşı karşıya geldik. Oturdum, uzun uzun düşündüm ve sonunda yaşamsal önemde bir karar verdim: Kırk yaşımdan sonra anadilimi öğrenecektim.
Kürtçe yazılmış ne kadar edebî eser varsa ayrım yapmadan, dizginlenemez biçimde okumaya başladım. Çok geçmedi, evvel ezel şiire olan farklı duygu ve ilgim beni bir süre sonra Kürtçe klasik şiirin gizli bahçelerine sürükledi. Melayê Cizîrî ile böyle tanıştım.
Bir anda yıldırımın tam ortadan ikiye böldüğü bir ağaç gibi hissetmiştim kendimi. Edebiyat dili olarak yeterince işlenmemiş Kürtçede böyle büyük bir şairle, üstelik devasa bir mürettip dîvân vasıtasıyla karşılaşmanın sarsıcı etkisini yaşıyordum.
TEK AMA ONLARCA AYRI DÎVÂN

O benzersiz ilk heyecan dönemimde Dîvân’ı tekrar tekrar okudum. Anadile gitme maceramın sonraki yıllarında da hep elimin altında oldu. Sanki her okuyuşumda farklı bir dîvânla karşı karşıya kalıyordum. On yılı aşkın süre boyunca onlarca okumadan aklımda biriken aslında tek ama onlarca ayrı Dîvân.
Geçen zaman içinde kendimi hem Cizîrî’ye hem sürgün edildiğim anadilime affettirmenin yolunun bu başyapıt üzerine çalışmak olduğuna karar verdim ve kendimce kolları sıvadım. Ne mutlu ki tam da o günlerde sevgili Profesör Dr. Kadri Yıldırım ve Şîroveya Dîwana Melâyê Cizîrî (Melayê Cizîrî Dîvân’ı Şerhi) adlı Kürtçe çalışmanın yazarı merhum Celaleddin Yöyler ile Cizre’de bir edebiyat festivalinde bir arada bulunma ayrıcalığına sahip oldum. Kürtçemin henüz arzuladığım kıvamda olmadığı dönemde bu kıymetli uzmanlarla Cizîrî üzerine yaptığımız uzun sohbetler ufkumu sonuna kadar açtı. Özellikle sevgili Celaleddin Yöyler’in paylaşımları benim için bulunmaz bir hazine değerindeydi. Kafamdaki sorular dağıldı. Önümdeki görev apaçık ortaya çıkmıştı: Melayê Cizîrî Dîvân’ını somut bir amaçla önüme koyacak, her şiirin aruz kalıbını ayrı ayrı çıkartacak, o güne kadar yapılmış çalışmalar ve yazma nüshâları karşılaştırarak Latin harflerine göre kağıda dökecek, sonra da ileriki zamanlarda bütün birikimimi kullanarak Türkçeye çevirecektim.
Melayê Cizîrî’yi kendisinden önceki ve sonraki klasik Kürt edebiyatının büyük isimlerinden ayıran hususlar nelerdir?
Melâ’yı kendinden önceki ve sonraki klasik Kürt edebiyatının büyük isimlerinden ayıran en önemli husus onun doğuştan şiire yetenekli oluşunun yanı sıra deneyimle, birikimle oluşan poetikası ve kuşkusuz felsefeyi hemen bütün bilimleri şiirlerine ustalıkla yedirebilmiş olmasıdır. Öte yandan Melâ gerçek bir aruz ustasıdır, aruz ölçüsünü, bu ölçünün sağladığı musıkîyi onun kadar başarılı şekilde şiirine giydirebilen şair sayısı dünya edebiyatında azdır. Baktığınızda Melâ’nın her şiiri kendinden bir ezgiye sahiptir, aruzla sağladığı bu zenginlik, onun şiirlerini neredeyse bestelemeye gerek bırakmayacak bir armoniteyle okunmasını sağlamıştır, bu bakımdan Melâ’nın her şiiri kendinden bir ezgiyle söylenen bir şarkıdır, türküdür. Bir diğer önemli husus, Melâ’nın salt klasik şiirin klişeleşmiş mazmunlarına bağlı kalmayarak, kendine özgü bir metaforlar, alegoriler dünyası yaratabilmiş olmasıdır; Kürt edebiyatında klasik şiire özgü edebi sanatları onun kadar ustalıklı kullanabilen şair yoktur. Zaten başta Ahmedê Xanî olmak üzere kendinden sonra gelen Kürt edebiyatının hemen bütün büyük şairleri onun hakkını teslim etmişlerdir.
Melayê Cizîrî’nin şiirlerinde ‘aşk’ çok önemli bir öğe. Hatta evreni oluşturan dört unsur; ’hava, su, toprak ve ateş’in yanında beşinci unsuru ‘aşk’ olarak gördüğü söyleniyor. Fakat Melâ’nın aşkınını cismani mi ruhani mi olduğuna dair bir fikir birliği yok? Melâ’nın aşkını nasıl okumak/anlamak gerekir?
Bunun da Selma metaforu gibi daha çok bir yakıştırma olduğunu düşünüyorum. Elbette Melâ ‘aşk’ın şairi ve elbette şiirlerinden giderek onun ‘aşk’ı varlığın beşinci elementi olarak gördüğü gerçeğini yadsıyamayız ama öte yandan bu, aslında vahdet-i vücud felsefesine, özünde İbn Arabî’ye ilişkin bir durum. Arabî’nin gerek “İlahî Aşk” gerek “Füsusü’l-Hikem” gibi yapıtlarında ‘aşk’ varlığın temel bir unsuru olarak gösterilmekte. Arabî bunu felsefeleştiren, Melayê Cizîrî ise şiirleştiren kişi, aralarında böyle de temel bir ayrım var, bunu da görmezden gelemeyiz.
Birçok kaynakta ünlü Alman yazar Johann Wolfgang von Goethe’nin ‘Doğu Batı Divanı’nda Melayê Cizîrî’den ‘Nişanî’ diye övgüyle söz ettiğinden bahsediliyor. Fakat basit bir araştırmayla bile bunun gerçeği yansıtmadığını insan anlayabilir ki Goethe’nin Nizami Gencevi’den söz ettiği aşikar. Mela’nın büyüklüğünü ispatlamak için neden bu tür efsanelere ihtiyaç duyulur? 
Bilemem; ancak yaşamı etrafında şekillendirilmiş pek çok şey gibi bu da Melâ’yı izleyen takipçileri, hayranları ve ona bağlı şagirtleri tarafından kurgulanmış bir efsane. Selma aşkında olduğu gibi. Bu tür söylenceler, şiirleştirişebilir, hikâyeleştirilebilir hatta benim Xewneke Payizê romanımda yaptığım gibi romanlaştırılabilir ama kurgu dediğimiz şey ansiklopedileştirilemez, bilimsel bir veri haline getirilemez. Selma bir metafor söz gelimi, İbn Arabî’nin şiirlerinde zaman zaman kullandığı hatta zaman zaman Hafız-ı Şirazî’nin şiirlerinde kullandığı bir metafor:
Mâ li selmâ ve men bizîselemin
Eyne cîrânuna ve keyfelhal
(Selma’ya ne oldu?Zîselem’den ne haber
Komşularımız nerede? Nasıldır haller?)
Sebet Selmâ bisudgeyhâ fuâdî
Ve rûhî kule yevmin lî yunâdî
(Selma iki zülfüyle esir etti gönlümü
Ruhum şikâyet eder her Allah’ın günü)*
Bunu da doğal karşılamak lazım, bütün dünyada Melâ gibi eserleriyle ölümsüzlük kazanmış kişilikler etrafında bu tür menkıbeler, efsaneler, yakıştırmalar inşa edilir. İranlıların Hewramî şair Baba Tahir’i Farslaştırıp üzerine inşa ettikleri efsaneler yok mu ya da Hafız etrafında, Attar, Firdevsî etrafında. Bunlar efsane olarak bakılırsa güzel.
Melayê Cizîrî’nin bir dünya şairi olmasının önündeki büyük engel henüz Dîvân’ın çok farklı dillere çevirilmemiş olması mı yoksa başka nedenler mi var?
Sanırım bu kendi eksikliğimizden kaynaklanan bir durum. Zamanında Hafız ve Hayyam Avrupa dillerine çevrildiğinde Batı edebiyat dünyasında büyük yankı yaptılar, Avrupa edebiyatının gelişimine büyük katkı sağladılar, bu etki Batı dillerine çevrildikleri günden beri hâlâ sürüyor. Goethe’nin Doğu-Batı Divanı’nı sırf Marianne’ya olan aşkından değil aynı zamanda ve büyük ölçüde Hafız’a olan hayranlığından esinlenerek yazdığını biliyoruz. Bugün yanılmıyorsam Fransa’da Paris Kürt Enstitüsü dışında Almanya’da da benzeri bir enstitü mevcut. Kaldı ki dünyanın çeşitli yerlerinde başka birtakım kültürel kurumlar da var. Bunların asli işi bu olmalı aslında, Melâ gibi Kürt edebiyatının yetiştirdiği büyük değerleri diğer dünya dillerine kazandırmak. Dünyada bütün devletler bu tür çalışmaları sübvanse ederler, bizim bir devletimiz olmadığından bunu yapmak bu durumda bu kurumlara düşer.
Öte yandan Melâ’nın Dîvân’ını yazma nüshalardaki metin esas alınarak diğer dünya dillerine çevirmek zahmetli bir iş. Zira Dîvân’ın dili salt felsefeyle, bilimle değil, çok sayıda Arapça ve Farsça sözcükle de ağırlaştırılmış bir dil. Benim Türkçeye çevirmemdeki temel amaçlardan biri de buydu, belki de asıl neden. Elden geldiğince Cizîrî’yi yansıtacak sade bir dil yakalayıp bu dil üzerinden Dîvân’ın İngilizce, Fransızca, Almanca gibi diğer dünya dillerine çevirisini sağlamak. Bu, Dîvân’ın yayıncılarıyla da üzerinde konuştuğumuz bir konu ama bence böyle bir çalışma Dîvân’ın yayıncısından çok bizlere düşer. Şimdi benim sizin aracılığınızla buradan Avrupa’daki Kürt enstitülerine çağrımdır, bu çalışmamız üzerinden, Türkçe çeviri üzerinden Dîvân’ı rahatlıkla diğer dünya dillerine çevirebilme imkânı doğmuştur. Yurt dışındaki kurumlarımız belli bir bütçeyi gözden çıkarırlarsa Melâ’nın çok kısa sürede dünyanın pek çok diline çevrilmesi mümkün. Anglosaksonların Shakespeare için yaptıklarının yüzde birini yapsak Melâ şimdi çoktan dünyanın kült şairleri arasındaki yerini almıştı.
Dîvân’ı çevirirken sizi en çok zorlayan şeyler nelerdi?
Dîvân’ı çevirirken üç aşamalı bir yol izledim: Fazlaca Arapça Farsça sözcük barındırması nedeniyle önce Kürtçeden-Kürtçeye, sonra Kürtçeden Türkçeye çevirdim, üçüncü ve son aşamada ise Türkçede şiirleştirdim. Kürtçe Latinize etme çalışması yıllarımı aldı. Türkçe çeviri ise bir yılımı. Tabii bu bir yıl sonunda edisyon sürecinin beni daha aylarca uğraştıracağından habersizdim.
Çalışmayı baskıya hazır hale getirdiğimi sanırken bu kez de karşıma Ayrıntı Yayınları’nda Emirhan Oğuz, Levent Turhan Gümüş ve Faris Kuseyri’den oluşan editöryal duvarı çıktı. Bitti denilen eser üzerinde bu arkadaşlarla birlikte dördümüz yaklaşık dokuz ay daha çalıştık ve çalışmanın bir virgül hatası bile içermeyecek şekilde kusursuz olaması için azami özeni gösterdik. Ama yine de ufak tefek eksikler olacaktır.
Sadece bir beyit üzerinde yaptığım çalışmanın, Dîvân’ın çevirisinin ne kadar meşakkatli bir iş olduğunu göstermesi bakımından size bir fikir vereceği kanaatindeyim:
Munserif ma dibûyîn em bi du sed carrî Melê Lê bi wê kesr û îdafê ve xwe mecrûrî kirin
(Sürüklenir miydik biz iki yüz bağla MelaTabi kıldın bizi kendine bu eda ve tavrınla)
Yukarıdaki beytin bire bir çevirisi şöyle:
Münserif mi olurduk biz Mela iki yüz cerr’le Mecrur kıldın lakin bizi kendine kesre ve izafetle
Ne var ki şiirleri herkesin anlayabileceği bir dille çevirme kaygısı sık sık çetin arayışlara zorladı. Öte yandan Melayê Cizîrî burada gerçekte mecazi aşktan hareketle gerçek aşka göndermede bulunuyor, dizelerin yüzey katmanında beşerî ‘sevgili’ye, art katmanlarında ise ilahî aşka gönderme yapıyor, bunu yaparken Arap dilinin gramer kurallarıyla bağdaştırmalara gidiyor; harflerin, kelimelerin birbiriyle bağlarını irdeleyerek ‘âşık’ ile ‘maşuk’ arasındaki bağı bulgulamaya çalışıyor.
Cerr: Kendi başına anlam ifade etmeyen ancak ada dahil olduğunda sözcüğe katkıda bulunan, edat karşılığı. Münserif: İnsiraf eden, geri dönen, yerine göre her türlü hareke alabilen kelime. Mecrur: Çekilmiş, sürüklenmiş sonu esre olan kelime. Kesre: Düz ve kısa okunuşu belirten işaret.
“Sürüklenmek” sözcüğünü ad ya da fiil soylu sözcüklerin çekimlenmesi; “bağ” sözcüğü “edat”, “bağlaç” karşılığı olarak, “eda ve tavır” Arapça gramerde harflerin hareke ve duraklarını, nasıl okunacaklarını gösteren esre ötre olarak, “tabi kılma” da gramer kurallarına bağlılık olarak düşünüldü zira dili kullanırken gramer kurallarına bağlı kalmak bir zorunluluk, öte yandan evrendeki herkes ve her şey aslında Tanrı’nın diliyle konuşur, herkes ve her şey onun gramerine bağlıdır, onun dili ancak ‘aşk’la anlaşılır.
KÜRT FOLKLORU AÇISINDAN HAZİNE DEĞERİNDE BİR KAYNAK’

İlhami Sidar
Melâ’nın Kürt medreselerinin ve şimdilerde ise kısmen ilahiyat akedemilerinin çeperini kırıp toplumun her kesimine mal olmuş bir şair olduğunu düşünüyor musunuz? 
Kesinlikle. Melâ bugüne kadar ne yazık ki sadece medrese çevrelerince ele alınıp yorumlandı. Bu bir bakıma takdire şayan bir şey. Ancak öte yandan Melâ medrese kültürüne yakın çevrelerce ısrarla sünnetleştirilmeye, şiirleri sadece tasavvuf felsefesiyle çeperlenmeye çalışıldı. Oysa Melâ’nın Vahdet-i Vücûd felsefesinden İşrak felsefesine uzanan pek çok düşün akımı ve pek çok beşeri bilimle ilişkisini kurmak mümkün. Öte yandan yine onun şiirlerinde Moğol istilasından, Türk akınlarına pek çok tarihsel duruma, Kürdistan’ın coğrafi koşullarına, Kürt folkloruna ilişkin göndermelerde bulunduğunu görmekteyiz. Bu bakımdan ben Dîvân’ın Kürt folkloru açısından hazine değerinden bir kaynak olduğunu düşünüyorum. Kürtlerin giyim kuşamından yeme içmelerine Kürt yaşamına ilişkin çok şey bulabilirsiniz Melâ’nın şiirlerinde.
Daha önce de Melayê Cizîrî’nin Dîvân’ı Türkçeye çevrilmişti. Bu çevirinin diğerlerinden farkı ne olacak. Bir şairin çevirmiş olması mı, titiz işçiliği mi?
Cizîrî Dîvân’ı öyle yoğun anlatımlı, öyle derinlikli bir eser ki bırakın bir şiir, bir beyit ya da bir mısra bazen tek bir sözcük sizi saatlerce uğraştıran bir muamma olup çıkıyor karşınıza. Gazel-kaside bölümünün sonunda yer alan ve evrenin oluşunun, varlığın, var oluşun sırrının bulgulanmaya çalışıldığı 142 beyitlik kasideyi bir aylık uğraş sonunda çevirebilmek mucize gibi bir şeydi. Üstelik çeviri yaptığınız dil salt Kürtçeden ibaret değil, klasik Türk şiirinde olduğu gibi fazlaca Arapça, Farsça unsurlar içermekte, buna bir de Cizîrî’nin sembollere, alegorilere dayanan sanatlı dilini eklediğinizde karşınıza aşılması imkânsız bir Kaf Dağı’nın çıktığını görüp ürküyorsunuz. Öte yandan çeviriyi yapmak için sadece Türkçeyi ve Kürtçeyi çok iyi bilmek yetmiyor, yeterli şiir birikimine sahip olmak, klasik şiire derinlemesine nüfuz etmiş olmak, Cizîrî Dîvân’ını düşünsel olarak kuşatan Arabi’nin ilahî aşk anlayışını özümsemiş ve İslam aydınlanmasının önde gelen isimlerini, tasavvuf felsefesini, işrak felsefesini Enelhakk’ı; “Hafız Divanı”ndan “Mantıku’t-Tayr”a, “Bostan” ve “Gülistan”dan “Mesnevi”ye bütün klasik Doğu edebiyatı külliyatına hâkim olmak gerekiyor.
Hülasa Dîvân’ı Türkçeye çevirmek, Aşk’ın Hüsn’e kavuşmak için Diyar-ı Kalp ülkesine gidip kimyayı bulup getirmesi gerektiği ateşten denizler üstünde mumdan gemilerle yaptığı yolculuğa benzer bir serüven gibi.
66. Sone’nin en güzel çevirisini yapan Can Yücel’e atfedilen “Çeviri kadın gibidir, güzeli sadık olmaz, sadığı güzel olmaz.” sözüne binaen çeviride hele şiir çevrisinde sözcükleri bire bir karşılıklandırma yoluna gitmek yapılan işi şiir çevirisi dışında bambaşka bir şeye dönüştürür. Bu bakımdan Cizîrî Dîvân’ı çevirisi yapılırken sözcüklerin birebir karşılıklandırılması gibi bir kaygı güdülmeden ama aynı zamanda Dîvân’ın omurgasına çevrilen her şiirin ruhuna sadık kalınacak şekilde bir metin ortaya çıkarılmaya çalışıldı. Bazı bölümlerin içerdiği yoğun anlatım ve göndermeleri Türkçe karşılıklarıyla anlatmak, bunu Cizîrî’nin şair kişiliğine uygun olarak orijinal dildeki tınıyı yansıtacak şekilde aktarabilmek zahmetli bir iş.
Bunda elbette hem şair olmanın hem titizlikle üstünde çalışmanın ayrı ayrı önemi var ama en önemlisi ne biliyor musunuz: “Sadakat” duygusu, sevdiğiniz, tutkuyla bağlı olduğunuz bir şaire sadık kalmak duygusu. Bunda yukarıda da belirttiğim gibi yayınevinin, başta Emirhan Oğuz olmak üzere Levent Turhan Gümüş ve Faris Kuseyri’nin editör olarak işin üzerinde hassasiyetle durmalarının rolü de çok büyük tabi. Özellikle Türkçe çeviri kısmı tam bir takım çalışması oldu diyebilirim.
*Mehmet Kanar, Hafız Divânı Cilt 2, s. 709 ve 1001, Ayrıntı Yayınları
Bu söyleşi 25 Ağustos 2018 tarihinde gazateduvar'da yayımlandı.

Samstag, 18. August 2018

Çima sal bi sal romanên Kurdî kêm dibin?

Êdî Kurdîbûn ne bes e


Yeşîlmen: Piştî demekê ji ber bêrîskbûna firotina berhemê, yên gelekî astnimz jî çap dikin ku ev hem pirsgirêkeke exlaqî hem jî estetîkî derdixe meydanê. Lê dîsa jî hêviya min her welat e.




Piştî salên 2000´î romana bi Kurmancî û Kirmanckî ya bi alfabeya Latînî, him di hêla hejmarê de him jî bi guherîn û veguherîna romangeriyê, geş bû. Miqabilî vê yekê weşanxaneyên nû karîn ji xwe re bazara xwe çêkin û ji vê bazarê, ne tenê xwîneran fêde kir, wê kir ku nivîskarên nû û ciwan biwelidin. Lê ev sê ta çar salên dawî romangeriya Kurdî û bazarê vê wekî ku kêm bûye. Gava mirov li sê salên dawî hejmara romanên çapbûyî dinihêre, tê derdixe ku kêmbûneke beloq heye.          
Me xwest li ser vê babetê bi lêkolîner Dawid Yeşîlmen û nivîskarên xwedan romanên Kurdî re peyivîn, ka seba çi, ev sê salên dawî romanên çapbûyî kêm bûne.
Dawid Yeşîlmen yek ji edîtorên kovara Wêje û Rexne ye. Niha li zanîngeha Essen a Elmanya doktoraya xwe dike ku mijara doktoraya wî romanên Kurdî ên piştî 2000´î çapbûyî ye. Mijara ku me dixwest berbiçav û darîçav bikin, Yeşîlmen bi dane û statîstîkan piştrast dike. Lê lêkolîner Yeşîlmen tiştekî balkêş jî dibêje:”Sedemeke din jî, ger ev pirsgirêkên aborî û siyasî nebane jî, ez li bendê bûm ku hejmar kêm bibe.” Yeşîlmen ê ku pisporê mijara me ye, bi bersivên xwe tabloya çend salên dawî darîçav dike.              
Li gel ku piştî 2000an romana Kurmancî/Kirmanckî geş bû ew e sê salên dawî wekî ku romanên çapbûyî sal bi sal kêm dibin. Li gorî te sedemên vê yekê çi ne?
Raste, ez jî li gel te me ku piştî 2000an romana Kurdî bi pêş ketiye. Helbet sedemên sereke, pêşveçûna tevgera Kurdî ya siyasî û vegerîna wêjeyê ya li welêt in. Herweha normalîzebûna Kurdî di nav civakê de, pêşveçûna enstîtu û saziyên perwerdeya zimên û pirrbûna weşanxane, pirtûkfiroş, kovar û komên xwendinê yên li welêt, ev pêşveçûn dupat kirin. Lê mixabin bi destpêkirina şer ya di 2015´an de tesîreke neyênî li wêjeyê, bi taybetî li romanê jî kir û hejmara ku di 2014´an de gihiştibûn hejmareke baş (52 heb roman çap dibin di wê salê de) dîsa hersal kêmtir dibin. Bawer dikim, heya niha bi giştî 10-12 roman çapbûne di 2018an de. Di 2015´an de 46, di 2016´an de 34 û di 2017´an de 25 roman çap dibin. Helbet ev hejmar ên romanên ku li Bakur û bajarên weke Stenbol û Izmirê têne çapkirin in.
Sedemên aborî, siyasî û sedemên kalîteyê
Sedemên vê yekê çi ne? Sê sedem têne bîra min. Yek, îro rewşa Tirkiyê ya aborî pirr xirab e. Bi taybetî jî ev yek bandorê li kaxezê dike ku ev jî çapkirinê zehmet dike. Du, sedema polîtîk e. Ji ber qedexe û girtina bi dehan sazî, rojname û televizyonên Kurdî, şerê dijwar, hepskirina rewşenbîran, jikaravêtina mamosteyan tirsek yan trawmayeke salên notî kete nav civakê ku ev yek bandorê li nivîsandinê jî dike. Herweha li gorî analîzên di destê min de, rêjeya pirtûkkirînê jî pirr kêm bûye. Sedemeke din jî, heger ev pirsgirêkên aborî û siyasî nebane jî, ez li bendê bûm ku hejmar kêm bibin. Ji ber ku êdî xwendevan li berhemên bi qelîte digerin û yên ji wêjeyê dûr naxwînin. Vê yekê wê bivê nevê nivîskar kêm bikira. Ji ber ku êdî ji bo xwendevanan kurdîbûna berhemê ne bes e. Asta wê ya wêjeyî jî gelekî giring e. Êdî komeke xwîneran a ji bo xwendina wêjeyê heye, û dizanin bê berhemên baş çawa ne. Ji ber vê yekê, rastiyeke berbiçav heye ku herçiqas hejmar kêm jî bûbe, asta wêjeyî neketiye. Heya ez dikarim, bibêjim ku ast bilindtir bûye. Romanên giranbûha têne ber destê me îro. Êdî em dikarin di betlaneyan de romanên Kurdî jî bixwînin. Heger Şener Ozmenê me hebe îro, me bi nivîskarên Ewrûpî an Tirk ti hacet nîne.
Piştî salên 2000´î gava li Ewrûpa û welêt tevde resma romana Kurdî bînî ber çavên xwe, resmeke çawa tu dikarî teswîr bikî?
Gava em behsa wêje yaan romana Kurdî ya diyasporayê dikin, balkêşiyek tê ber çavê min. Ji salên dawiya 70yan heya îro li Ewrûpayê wêjeyeke Kurdî heye, lê hertim nivîskarên ku ji welêt hatine dinivîsin. Nifşekî nû dernakeve. Ez tu nivîskarên ku li Ewrûpa çêbûyî û niha bi Kurdî dinivîse nasnakim. Herweha, a gelekî kevneperest û statîk in, ji aliyê mijaran ve. Lê yên li welêt ne wiha ne. Azad in û dewlemend in, ji aliyê mijaran ve. Êdî tu ji çi cure û mijarî bixwaze, tu dikare berheman bibîne. Ji ber ku hem çavkaniya zimên ew dere hem jî civak li wir e. Hem jî berxwedan li wir e. û biqasî ku ez li vir dibînim, kêm nivîskarên Kurd birastî jî sudê ji wêjeya welatê lê dijîn digirin. Û asta wêjeya wan gelekî nimz e û di nav şerê di navbera hev de vedigevizin. Lê li welêt, nifşên nû derdikevin. Dan û standin hîn baştir e. Gelek nivîskarên hêja yên bin 30 salî re hene û birastî jî hêviyê didine min. Kovaran derdixin, mijaran ava dikin û tevgerên wêjeyî li dar dixin. Li Ewrûpa bazareke bi rêk û pêk ji xwe nîne. Heger tu nivîskaran nas bikî, tu dikarî berhemên wan ji wan bistînî yan li benda hinek panel an festîvalan bisekinî heta ku tu xwe bigihînî wan. Lê li welêt ew pirsgirêk çareser bûye. Tu dikarî li gelek pirtûkfiroşan yan jî online bikirî. Ji ber vê yekê, gelek nivîskarên li Ewrûpa, hewl didin berhemên xwe li welêt bidine çapkirin.
Pirsgirêkeke exlaqî û estetîkî
Lê herçiqasî ez bi eşkereyî berhemên li welêt li ser yên ji Ewrûpayê re bigirim jî, sînorên hişk di navbera wan de nînin û mînakên gelekî serketî jî li Ewrûpa derdikevin. Weke mînak, Helîm Yusiv yan jî Bextiyar Elî li Ewrûpa dijîn. Li rexê din jî, hinek weşanxane ku ji nivîskaran pereyan distînin û bi vî awayî berheman çap dikin jî, piştî demekê ji ber bêrîskbûna firotina berhemê, yên gelekî astnimz jî çap dikin ku ev hem pirsgirêkeke exlaqî hem jî

Fêrgîn Melîk Aykoç:  Şaredariyan xizmeteke baş dikir

Nivîskarê Kurd Fergîn Melîk Aykoç, li Elmanyayê dimîne û heta niha 7 romanên wî yên çapbûyî hene. Fergîn Melîk Aykoç wiha qala sedema kêmbûna romana Kurdî û bazara wê dike: “Kêmbûna romana Kurdî bi siyaseta ve girê dayiye. Ev pêla faşîzmê bi pêş ket, li her derî, pêşî hat girtin, weşanxane êdî nikarin romanên Kurdî yan weşanên Kurdî belav bikin. Di vî warî de mesela, şaredariyan xizmeteke baş dikir, wekî mînak li Amedê û Wanê pêşangeha pirtûka
n hebû. Vê demê şaredarî di destê DBP´ê de bû, bazara pirtûkên Kurdî berfireh dibû. Niha pêşî vê girtin, dest danîn ser şaredariya ne tenê dest danîn ser şaredariyan, mesele rojnameya Welat resmen nehiştin çapxane Welat biweşînin. Wana awayeke pêşî lê digirin nayê belavkirin. Jixwe romana Kurdî di vî warî de gelek melûl bû, nedihat belavkirin, li her bajarî nedihat dîtin. Yekî bixwesta romaneke Kurdî bikiriya, gereke biçûya Stenbolê yan jî Amedê. Niha jî bi faşîzma rûniştî, pêşî lê hat girtin. Ez bi xwe jî bi gelek weşanxaneyan re jî peyivîm, digotin, him di hêla aborî de hinek nikarin bikirin him jî êdî newêrin. Ji ber ku polês berhemên bi bandrol ên bi Kurdî jî dikarin bikin bahene û insana bigirin. Dema rewş wisa bû ev rêbaya faşîzmê a li ser gel rûniştî pêşî li bazarê girt. Weşanxane jî dema pere jê qezenc neke nikare biweşîne, weşandin jî gelek biha ye. Lewma hejmara romana Kurdî daketiye jêr, jixwe, em nikarin bikevin bazarên din li wir jî dijwarî heye.”

Yildiz Çakar: Êdî pirtûkên Kurdî di çopan de derdiketin


Yildiz Çakar jî piştî helbestên xwe, beriya bi sê salan bi romana xwe ya “Gerîneka Guernicayê” li meydana romangeriya Kurdî xuya bû. Yildiz Çakar jî wê di demeke nêz de bi romanake xwe ya nû derkeve pêşberî xwîneran. Çakar ji bo kêmbûna romanên Kurdî dibêje, “Beriya bi 40 salan li Bakurê Kurdistanê, dema em li hejmara romanên Kurdî dinêrin gelek kêm e. Salên 70 û 80´yî tek tuk kitêb hene. Piştî salên 80 û 90´î hejmar hinekî zêde dibe, lê piştî 90 û 2000´î geşbûneke edebiyata Kurdî çêdibe. Dema em li vê pêvajoyê dinihêrin, em dibêjin, sedema vê yekê gelo çi ye? Lê tiştên çandî têkiliya xwe bi siyasetê re hene. Ji ber ku li Bakur ev 40 salên  dawî Hereketa Azadiyê pêngavek çêkir. Vê pêngavê bandor her çiqas li ser siyasetê kir, her wiha meydana edebiyatê, çandê, mûzîk hwd. jî kir. Bi dehan roman hatin nivîsandin, film çêbûn, şano, mûzîk. Lê em dikarin di vê pergalê de wiha bêjin; taybet jî romana Kurdî. Berê di pirtûkxaneya Kurdan de çend kîtêb hebûn, lê niha li Tirkiyeyê û Kurdistanê îro tu diçî pirtûkxaneyan, gelek pirtûk hene. Van sê çar salên dawî, piştî ku şerê bajaran, bandoreke mezin li ser edebiyata Kurdî çêbû. Ev geşbûna ku panzdeh salên dawî çêbû bi yekcarî ve sekinî. Tu lê mêze dikî, weşanxaneyan berê 10-15 pirtûk çap dikirin, niha yek yan didu kitêb derdikevin yan jî dernakevin. Polîs diavêt ser malan, diçû mêze dikir, heger di wê malê de pirtûkên Kurdî hebana, ew weke delîl nîşan didan. Pir tiştekî trajîk bû, êdî pirtûkên Kurdî di çopan de derdiketin. Êdî hat vê merhalê ku êdî weşanane nikare çerxa xwe ya aborî jî bigerîne. Niha ez bawer dikim, gelek kes dinivîsinin ji ber ku weşanxane nikarin çap bikin, ew jî nayên weşandin. Belkî ji bo me, heger hin tiş ber bi başiyê ve biçin, edebiyata me ji salên 90´î baştir be jî.” 

Abdulkadîr Ulumaskan: Piştgiriya rêxistinên Kurdan divê


Serokê Yekitiya Mamosteyên Kurdistanê, Abdulkadîr Ulumaskan par bi romana xwe ya “Malwêran” ya ji weşanxaneya Soran, xwe bi xwînerên Kurdîd a nasîn. Ulumaskan jî îşaret bi pêdiviya desteka rêxistinên Kurdan dike û wiha dipeyive: “Li gorî min rast e, ev demek e, romana Kurdî hê di pêvajoya bipêşketinê de ye. Van salên dawî, gelek roman hatin nivîsandin, hebekî jî bazara romana Kurdî çêbû. Ez bawer dikim, ev pêvajo jî pêvajoya bi welêt re girêdayî bû. Li welat derfet hebûn û derfetên şaredariyan hebûn û ev qedexeya pirr hişk rabûbû. Ji ber vê jî helwêsta nivîskaran jî çêbû. Heya niha nivîskar çiqas roman nivîsandin ji xwe wan yan bi xwe romanên xwe xwendin yan jî li derûdora xwe hevalê xwe belav kirin. Bi pêla çewisandinên nû re, xwendevan jî êdî kêm bûn. Êdî romaneke Kurdî jî bû wekî aleteke sûc. Li welêt jî karê çapê û xwendevan jî kêm bû. Berê nivîskarên Kurd ên li Ewrûpa jî li welêt bû. Nivîskar berhemên xwe amade dikirin hêviya wan ew bû ku li welêt bên belavkirin. Gava tu bi salan kedê bidî berhemekî û bi salan binivisîne tu nikaribe xwendevanan bibîbe tu nikaribe romana xwe fînanse bike vê gavê ev hesta te jî dişikê. Her nivîskar jî derfetê wî tune pere bide weşanxane û berhemê xwe çap bike û belav bike.

Ev hevpeyvîn 18 Tebaxa 2018 di rojnameya Yeni Özgür Politika de derçû

Bir cümlelik silah: Kürdistan sömürgedir

Foto: İbrahim Demirel 70’li yılların ikinci yarısında Kuzeyli Kürt örgütleri içinde sömürgecilik tartışmaları popülerdi. Ancak o günlerdeki ...