Freitag, 4. Januar 2019

'Şeyh Said İsyanı' söylemi yanlıştır

 1925 Kürt Hareketi mi ‘Şeyh Said İsyanı’ mı ?

  • 1925 Kürt Hareketi’nden idam edilenlerin tümünün “müstakil Kürdistan teşkili” ile suçlandıklarına dair yüzlerce kanıt gösterilebilir. Ancak, böylesi önemli bir Hareketin, Osmanlı’dan bu yana devletin başat gücü olan asker vesayetiyle özünden saptırılıp, emirle bir “irtica ve iğfal hareketi” olarak sunulması, herhalde sadece Türk resmi erkine özgü bir özelliktir.

Ulusların kendisini ‘Hayali Cemaatler’ olarak düşünürsek, bunun oluşumu için de modern söylence ve söylemlere ihtiyaç vardır. Söylenceler uluslaşma sürecinin tamamlayıcı ve önemli bir parçası olan ulusal mitlerin temelini oluşturur. Söylem ise inşaa edilendir. Sadece kendisini değil kendisi dışındaki yabancı unsurları da tanımlar. Bu bağlamda Türk uluslaşmasında ‘isyan/ayaklanma ve irtica’ önemli kavramlardır. İçten gelen ama sürekli ‘dış güçler’e dayanan tehditleri bir çırpıda ne olduğunu kavratacak yaygın ve devletin üst tepesinden gelen talimatlarla dolaşıma sokulması gereken söylemler. Bunlardan biri ‘Şeyh Said İsyanı’ veyahut ‘Şeyh Said Ayaklanması’dır. Bu söylemin aslında bir devlet projesi olduğunu ve ardında işin özünü saptırmayı amaçlayan bir güdü olduğunu yıllardan beri Kürdolog Mehmet Bayrak dillendiriyor. Zira kendisi o dönemin birçok belgesini gün yüzüne çıkardı. Mehmet Bayrak dönemin söylemlerini iyi tanıyan ve ruhunu iyi bilen bir isim.    
Mesela dönemin Kürt aydınları bu hareketi adlandırırken ‘Şeyh Said İsyanı’ ibaresini kullanmamışlar. Şêx Seîd’in yanında savaşmış Hesen Hişyar ve Osman Sebrî o yıldaki devlete karşı mücadeleyi ‘Şoreş‘ (Devrim) diye anarlarken Şêx Seîd’in lider konumuna gönderme yapmak istediklerinde ise Şoreşa Şêx Seîd (Şêx Seîd Devrimi) derler. Kadri Cemilpaşa 1925 Hareketi, Ekrem Cemilpaşa 1925 Kürt İhtilali kavramlarını tercih etmişler. Kürt aydınlarının İsmet İnönü’ye gönderdikleri mektupta 1925 İhtilalli ve Kürt Azim Kıyam-ı Millisi olarak tarif ediliyor. Görünen o ki Kürtlerin lügatında ‘Şeyh Said İsyanı‘ diye bir mefhum yok sonradan yaygın ve hakim söylem haline gelince kullanmaya başlamışlar.
Konuyu uzman bir isim olan Mehmet Bayrak ile konuştuk. Bayrak ile bu söylemin devlet eliyle nasıl dolaşıma sokulduğunu  ve bundan devletin ne murad ettiğini ayrıntılarıyla resmetmeye çalıştık.

Resmi ideolojinin ‘irtica’ ile ilintilendirerek geliştirdiği bir söylem olan ‘Şeyh Said İsyanı’ veyahut ‘Şeyh Said Ayaklanması’ kavramlarının kullanımına öteden beri itirazınız var? Bu söylem nasıl resmi ideoloji eliyle dolaşıma sokuldu?

Bu kavramın Türk resmi ideoloji aracılığıyla nasıl dolaşıma sokulduğunu ve nasıl insanları “zehirlediğini” doğru kavrayabilmek için Türk tarih kuramının, daha doğrusu “Türk resmi ideolojisi”nin nasıl kurgulandığını ve nasıl bir zehirli miras bıraktığını anlamak gerekiyor. Bunu, geçmişte “Türk Resmi İdeolojisinin Zehirli- Ölümcül Mirası” başlığı altında birçok defa irdelemiştim.
Bilindiği gibi, Türk resmi ideolojisi II. Abdülhamid döneminde “Osmanlı- İslâm” belgisi altında tehcir (sürgün), taqtil (katliam), temsil (asimile etme) ve ihtida (zorla din değiştirtme) yöntemleriyle uygulamaya konmuş; İttihad – Terakki ve onun devamı niteliğindeki Kemalist yönetim dönemindeyse “etno- dinsel temizlik, tek tipleştirme ve Türk  İslamlaştırma” ilkeleri doğrultusunda devam ettirilmiştir.
Ayrıntıya girmeye gerek yok. Kemalist yönetim, 1925 Kürt İhtilali’ni ve 1928-30 Ağrı/ Zilan Hareketi’ni, emperyalistlerin desteğindeki uçak filoları ve zehirli gazlarla bastırıp, kendisini güvenceye aldıktan hemen sonra bir kuramsal ve ideolojik saldırıya geçiyor.
1930’da hazırlanıp, hayatın her alanında uygulamaya konan yeni tarih kuramının daha doğrusu kurgusunun esasları, M. Kemal gözetimindeki Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti tarafından “Türk Tarihinin Ana Hatları” adıyla ortaya konup yaygınlaştırılıyor. Buna göre, Türk tarihi şöyle öğretilecektir:
“Türk tarihi, Türk milletine, dünya yüzünde insanlığın doğduğundan beri en asil ve en yüksek insan tipini kendi ırkının temsil ettiğini, asırların yürüyüşünce beşeriyetin karanlık göklerinde müselsel medeniyet (süregelen uygarlık) ufuklarının kendi ırkının zekâ ve kabiliyet elleriyle açıldığını anlatır. Türk tarihi, Türk milletine kendi ırkının askerlikte, idarede, siyasette olduğu kadar ilimde, fende, edebiyat, resim, musiki, mimarlık, heykeltraşlık gibi sanatlarda dahi ne kadar eşsiz bir istidat (yetenek ) ile yoğrulmuş olduğunu anlatır.
Türk tarihi, Türk milletine, dünyanın insan izi taşıyan her parçasında kendi ırkının zamanla silinmemiş ve silinmeyecek hakimiyet ve hars (egemenlik ve kültür ) damgası basılı olduğunu, başka milletlerin tek numunesiyle öğündükleri devletlerin en büyüklerinden çok daha büyüklerini yüzlerle kurmuş, her mânâ ve mahiyette şan şeref kaynaklarından kana kana içmiş, görgülü bir soydan geldiğini anlatır.” (Bkz. T.T.T.C., Tarih, 1930/32, Cilt: IV, s. 258-259).
Aynı anlayış, bir yıl sonra yani 1933’te kutlanacak olan Cumhuriyet’in 10. Yıl Marşı’nda da ifadesini buluyordu:
Türk’üz bütün başlardan üstün olan başlarız
Tarih’ten önce vardık, tarihten sonra varız.
Türk’üz Cumhuriyet’in göğsümüz tunç siperi
Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri.
Şimdi, böyle bir ırkçı ve hamasi anlayışın, doğru bir tarih kuramı ortaya koyması ve tarihsel-toplumsal gerçekliği doğru yansıtması düşünülebilir mi? Bundan dolayıdır ki, Çetin Altan “Türkler’in İçine Tıkıldığı Koşullanmalar…” konulu yazısında (Sabah, 18.4.2001); bu gerçekliğe parmak basarak şunları söylüyor:
“Kendi ülkelerinde sultanlarıyla Saray yöneticileri tarafından dahi horlanıp aşağılanmış olan Türkler; birden İttihad’çılar tarafından öylesine (dünyanın en üstün ırkı olduğu) propagandasıyla öne çıkarıldılar ki; yerler gökler, karalar denizler, kahveler okullar, gençler ihtiyarlar, (Türk’e Türk propagandasıyla) inlemeye başladı…
İnsanlık tarihi Türkler’le başlıyordu. Tüm ırkların kökeni Türktü. Türk olarak doğmuş olmak, dünyanın egemeni olmak için doğmuş olmak demekti. Türk tarihi şanlarla zaferlerle doluydu. Türkler’in yenmediği hiç bir ülke yoktu vs…”


Peki dönemin devlet belgelerinde nasıl bir devlet aklı var? İşin perde arkasında her şey resmi ağızdan ‘Kürt yoktur’ demek kadar kolay olmuyordur herhalde?


İşte, bu trajik gerçekliği bilince, her şeyi çok daha iyi kavrıyorsunuz. Kendi payıma, birinci elden kaynaklara ve Devletin gizli belgelerine ulaştıktan sonra gördüm ki; devlet, gizli planda itirafçı ve kabulcü, açık planda red ve inkârcıdır.
Nitekim, salt 1925 Kürt İsyanı ile ilgili 400 sayfa dolayında bilgi ve belge yayımlamış bir araştırmacı olarak, devletin bu konuda da nasıl bir saptırmaya gittiğini tüm çıplaklığıyla gördüm ve sergiledim.
Bu belgelerin bir bölümü, dönemin Cumhuriyet, Vatan ve Vakit gazeteleri gibi periyodlardı. Asıl önemli kaynak da, II. Dünya Harbi bitimi yönünü yeniden Batı’ya dönen İnönü dönemi Hükümeti’nin, 1945’te, geçmişin Valisi, o dönemin Mülkiye Başmüfettişi olup, birkaç dil bilen ve Kıbrıs kökenli olup 1933’te yani Cumhuriyet’in 10. yılında Türkeş’le birlikte TC vatandaşlığına geçen Ahmet Hasip Koylan’a hazırlatılan dokümanter çalışmaydı.
Bu dokümanda, Kürtler’in tarihi, coğrafyası, kültürü, edebiyatı gibi konuların yanısıra özellikle 1925 Kürt Hareketi irdelenmekteydi. Şark İstiklal Mahkemesi dosyaları da incelenerek hazırlanan dokümandan; 1900-1920 yılları arasındaki 20 Kürt demokratik örgütüne ilk kez ulaşırken, 1925 Kürt Ulusal Direnme Hareketi’nin tüm aşamalarına da tanık oluyordum.
Prof. Dr. Ergun Aybars, Ankara İstiklal Mahkemesi’ne ilişkin doktora tezinden sonra, Şark İstiklal Mahkemesi’ne ilişkin doçentlik tezini hazırlarken, bu dosyalara ulaşamadığını belirtiyordu. İşte, sözkonusu dosyalarla Şark Islahat Planı gibi önemli belgeler de, bu çalışmada yer alıyordu.
Keza, 1925 Hareketi öncesi devlet adına çalışan, yarım-yamalak İngilizcesiyle kendisini İngiliz Mr. Templen olarak tanıtıp, İstanbul’da Kürdistan Teâli Cemiyeti Başkanı Seyid Abdülkadir ve çevresiyle görüşmeye çalışan ajandan başlayarak; Kürdistan’daki eylemleri çeşitli mercilere ihbar eden Şıx Said’in bacanağı Emekli Binbaşı Cibranlı Kasım, Genç Mebusu Hamdi (Yılmaz) ve Muallim Mehmet Fahri’nin mektup ve telgraflarına; yakalanma ve yargılanma süreçlerine kadar hemen tüm bilgilere ulaşmak mümkün oluyordu.
Sadece bunlar değil; Hareketin, Türkçe söyleyişiyle Kürdistan Azadi Cemiyeti; Osmanlıca söyleyişiyle Kürdistan İstiklâl ve İstihlâs Cemiyeti; Kürtçe söyleyişiyle Azadiya Kurdistan Cemiyeti tarafından organize edildiğini ve şifreli yazışmalarını da burada görebiliyorduk. Nitekim, etkin üyelerinin birçoğu 1925’te idam edilen Azadi üyelerinin listesi, Batılı arşivlerden yararlanan Amerikalı bilimadamı Prof. Dr. Robert Olson’un 1992’de yayımladığımız “Kürt Milliyetçiliği’nin Kaynakları ve Şeyh Said İsyanı” konulu kitabıyla da doğrulanıyordu.

Bu hareketin milli karekteri en başta devlet nezdinde de kabul görüyor, sanırım sonra ‘tehlike’nin farkına varıyorlar…


1925 Hareketi’nin “milli” karekteri, Hollandalı bilimadamı Prof. Dr. Martin van Bruinessen’in 1991’de yayımladığımız “Ağa, Şeyh ve Devlet/ Kürdistan’ın Sosyal ve Politik Örgütlenmesi” konulu çalışmasıyla, yine Batılı arşiv belgeleriyle ortaya konduğu gibi; biz de tüm bunlardan sonra 1993’te yayımladığımız “Kürtler ve Ulusal- Demokratik Mücadeleleri” konulu kitap çalışmamız ve 1996 yılında kaleme aldığımız “Neden Şeyh Said İsyanı Değil?..” (Hevi gaz. Sayı:52/ 1996) konulu köşe yazısıyla dile getirmiştik.
Gizli belgelerin tümünde Hareketin ulusal yönü vurgulandığı gibi; gerek Azadi üyeliği dolayısıyla İstanbul grubu ve Dersim Mebusu Hasan Hayri Bey ile Bitlis Mebusu Yusuf Ziya Bey’e, gerekse Hareketin fiilen içinde yer alan Şıx Said ve arkadaşlarına uygulanan ceza maddesi 45. Madde yani  “Memâlik-i Devlet-i Âliyenin veya kısmen diğer bir vilâyet-i mümtazeyi cebren ilhak ettirmeye veyahut alelıtlak Memâlik-i Devlet-i Âliye’nin bir kıtasını idare-i Hükümetten çıkarmaya teşebbüs…” suçlamasıdır.
Kısaca, idam edilenlerin tümünün “müstakil Kürdistan teşkili” ile suçlandıklarına dair yüzlerce kanıt gösterilebilir. Ancak, böylesi önemli bir Hareketin, Osmanlı’dan bu yana devletin başat gücü olan asker vesayetiyle özünden saptırılıp, emirle bir “irtica ve iğfal hareketi” olarak sunulması, herhalde sadece Türk resmi erkine özgü bir özelliktir.


Devlet aklı demişken dönemin haleti ruhiyesini daha berrak görebilmek için sizin Şark Islahat Planı kitabınızdan şu iki alıntıyı aktarmak istiyorum.
‘Genelkurmay Başkanlığı, Bakanlar Kurulu’na 30 Nisan 1925 tarihinde bir yazı yazarak ‘İsyanın iç ve dış basında bir milli hareket olarak yansıtılmamasının ulusal çıkarlara uygun olmadığı, bu nedenle hareketin bir Kürt milli hareketi olarak değil, bir irtica iğfal hareketi olarak yansıtılması doğrultusunda önlem alınmasını’ istiyor.’
‘Bakanlar Kurulu da, durumu 3 Mayıs 1925 tarihli  toplantısında görüşerek, Genelkurmayın istekleri doğrultusunda önlemler alınması için zamanın Dışişleri Bakanlığını görevlendiriyor.’
Devlet olay ve olguları manipüle edici söylemler geliştirmek için ne kadar da hassas.

Evet, aynen böyle oluyor. Bir görüşe göre İngiltere’den, başka bir görüşe göre Almanya’dan alınan kimyasal gazlar kullanılmak suretiyle 15.500 kişinin katledilmesiyle noktalanan 1925 Hareketi’nin, iç ve dış basında bir “Kürt milli isyanı” olarak yansıtılmasından rahatsız olan dönemin Genelkurmay Başkanlığı yani Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti, Hükümete bir yazı yazarak, bu yayınların Türkiye’nin milli menfaatlerine aykırı olduğu, binaenaleyh bu Hareketin bir Kürt milli hareketi değil, bir “irtica (gericilik) ve iğfal (kandırma) hareketi” olduğu yolunda yayın yapılmasını istiyor.
Hükümet, Genelkurmay’ın 30 Nisan 1925 tarihli yazısı üzerine durumu görüşerek, 3 Mayıs 1925’te aldığı kararla; “İsyanın iftiraktan (ayrılıktan) ziyade irtica ve cehalet ve iğfal (gericilik, cahillik ve kandırma) eseri olduğu yolunda yayın ve propaganda yapılması için Hariciye Vekaleti’ni yani Dışişleri Bakanlığı’nı görevlendiriyor… (Bkz. MB, Age, s.407).
İşte, size askeri talimatla yazdırılan bir tarih anlayışı…

Şimdiye kadar devletin penceresinden görünen kısmına değindik. Peki o dönemde yurtta ve sürgünden bulunan Kürt aydınlarının bu sizin deyimizle ‘gizli planda itirafçı ve kabulcü, açık planda red ve inkârcı’ bir pozisyon olan devlete karşı tutumu nedir? Nasıl bir yol haritası vardı önlerinde?

Daha Lozan Antlaşması bağıtlanmadan, M. Kemal’in isteği üzerine daha Diyarbekir’deki görevinden tanıdığı eski subay ve dönemin Dersim Mebusu Hasan Hayri Bey ve birçok Kürt milletvekili, Kürt ulusal giysileriyle Meclis’e gelip, yine Kürt kökenli Lozan Delegasyonu Başkanı İsmet Paşa’ya bağlılık telgrafları gönderirken; 6 Mart 1923’te Ankara’daki Meclis’te bir konuşma yapan Bitlis Mebusu Yusuf Ziya Bey, “Türk’le Kürt teşrik-i mesai ederek yaşamazlarsa, ikisi için akibet yoktur. Bu nedenle herhangi biri, diğerine ihanet ederse ikisi için de akibet yoktur” diyerek, tarafları uyarıyordu… O zaman bu sözler Meclis’te ayakta alkışlanıyordu.
Ancak, Lozan Antlaşması imzalandıktan hemen bir yıl sonra 1924’te, “Türk’ün süngüsünün göründüğü yerde Kürtlük biter” ırkçı sloganıyla “Kürt sorununu süngüyle çözme edebiyatı” başlamıştı ve Kürt aydınları haklı olarak bu politikayı “kan ve demir siyaseti” olarak nitelendiriyor ve bu yaklaşıma karşı çıkıyorlardı.
Nitekim, bu politikalara bir tepki olarak, yine Kürt aydınlarınca “gerçekte bir ihtilâlden çok, bir devrim” olarak nitelendirilen “1925 Büyük Kürt Ulusal Ayaklanması” gerçekleşiyor ve iki yıl önce Lozan dayanışması için ulusal giysileriyle Meclis’e gelen ve sözleri Meclis’te ayakta alkışlanan üstteki sözlerin sahibi de dahil onlarca Kürt aydını idam ediliyor; sayıları onbeş bine varan yurtsever Kürt de süngülenerek, kurşunlanarak ya da zehirli gazlarla katlediliyordu…
Katliamdan kurtulup ülke dışına çıkan Kürt aydınları, 20 Mayıs 1926’da dönemin Başbakanı İsmet Paşa’ya gönderdikleri “Muhtıra”; yaşanan ve gelecekte yaşanabilecek acı gerçekleri şöyle dile getiriyorlardı:
“Mevcut politikanın yürütülmesinde ve kalıcılaştırılmasında direnilirse, Kürtlük âleminden vazgeçmiş Türklüğün, yalnız bugün için değil yarın da güçlükler ve korkunç durumlar karşısında kalmayacağının güvencesini kim verebilir?
Bu anlayış ve sorumlulukla, acı gerçeğe İhtilâlin son demlerine kadar direniyorduk ve kesinlikle kan dökülmesinden yana değildik. Ne yapalım ki, bıçak kemiğe dayandı, acı gerçek dolayısıyla Şubat 1925 İhtilâli’ni yapmakla milletimizi savunmaya mecbur kaldık. İhtilalde yer alan kişilerin, nefis savunması ya da kişisel çıkarlar için değil; Türk ve Kürt milletinin karşılıklı haklarına saygılı olmak kutsal idealleri uğruna hareket ettiklerine lütfen inanınız. Erzurum ve Sivas Kongrelerinde yeni esasları belirlenen Teşkilat-ı Esasiye Kanunnamesi’nde (Anayasa) Türk ve Kürt milletlerinin ulusal sınırları içinde hür ve serbest yaşayacaklarına ve birbirlerinin haklarına karşılıklı saygılı olacaklarına dair açık bir madde yok mudur?
İşte, İhtilâlciler onu, Türk milletinin liderlerinin Kürtlüğe reva gördüğü medeni ve milli hakları istemek ve savunmak amacındadırlar. Biz Kürt aydınları, Kürtlüğün geleceğine suikast edilmemek şartıyla müthiş ve müfrit Cumhuriyet ve uygarlaşma taraftarıyız…” (Bkz. M. Bayrak: Age, 494)
Kürt aydınları, tersi durumda neler olabileceğini o günden söylemiş ve uyarmışlar:
“Aksi takdirde, mevcut politikanın ve durumun devam ettirilmesinde ısrar edilirse, Kürdistan veya Şarkî Anadolu kıtası büyük bir kin ve kırgınlık yuvasına dönecektir…”
Ne dersiniz, kim haklı çıktı acaba?.. Bilimsel gerçeklik mi yoksa resmi tarih mi?..


Bu söyleşi 4 Ocak 2019 tarihinde Yeni Özgür Politika gazetesinden yayımlandı.

Keine Kommentare:

Kommentar veröffentlichen

Bir cümlelik silah: Kürdistan sömürgedir

Foto: İbrahim Demirel 70’li yılların ikinci yarısında Kuzeyli Kürt örgütleri içinde sömürgecilik tartışmaları popülerdi. Ancak o günlerdeki ...