Mittwoch, 25. Mai 2022

Osman Sebrî'nin evi Kürtler için bir okul gibiydi


 Ekrem Cemil Paşa “Hatıratım” adlı anı kitabında Osman Sebrî için şöyle yazıyor: “Yaz geldiğinde Hoybun’daki Kürt olan ağa ve beylerin çekişmeleri de biterdi. Çünkü çoğu serin bölgelerdeki yaylalara çekilirlerdi. Osman Sabri gibi savaşçılar ise kuzeye çekilerek, birkaç ay içinde katır yükleri ile düşman karakollarında aldıkları silah ve cephaneyle geri dönerlerdi!”



Osman Sebrî, üzerine kitaplar yazılan, adına destanlar yakılan, hakkında dergilerde dosyalar hazırlanan, edebiyatçı, siyasetçi, Kürt dili aktivisti, çok yönlü bir Kürt aydını. Rojava’daki Kürtlerin 'Apo’ olarak andığı Osman Sebrî, Kürt aydınlanmasında halkçı, asi ve baş eğmeyen bir duruşuyla biliniyor.

Osman Sebrî’nin 'APO-Gotinên xav nepijîn bê tav' adındaki 69 şiirinin yer aldığı kitabı, 1981 yılında Hemreş Reşo tarafından Almanya’da basılır. Daha önce şiirleri Almanya’da çıkan Hêviya Welêt, Çiya gibi dergilerde yayımlanan Osman Sebrî’nin edebiyatçı yönünün tanınmasında bu kitap oldukça önemlidir. 1998 yılında ise A. Bali’nin hazırladığı 'Dîwana Osman Sebrî' kitabı Stockholm’deki Apec yayınevi tarafından çıkarılır. Aynı kitap daha sonra Almanya (Evra yayınları), İstanbul’da da (Perî yayınları) yayımlanır.
Ve bu kitap ile Osman Sebri geniş kitleler tarafından tanınır. Fakat Osman Sebrî bu kitabın yayımlanmasını görmeden hayatını kaybeder. Yine Osman Sebrî’nin Lîs yayınlarından çıkan 'Hevalê Çak' kitabında da emeği vardır A. Bali’nin. Osman Sebrî’nin ölümünden sonra Rojavalı aydınlardan Konê Reş ve Dilawer Zengî de Osman Sebrî’nin yazı, şiir ve anılarının yeniden yayımlanmasında pay sahibi isimler arasında.
Bir ağa çocuğu olmasına rağmen ağalığı reddederek 'sınıf intiharı’ yapan Osman Sebrî toplamda 18 kez cezaevine girer. Lîs yayınlarında çıkan 'Bîranînên min' kitabı onun fırtınalı hayatının küçük bir kesimine odaklanır. Osman Sebrî’nin berrak Kürtçesiyle yayımlanan bu anılar çocukluğu ile başlar ve Rojava’da aktif siyasi faaliyetlere katıldığı 1930’lu yıllara kadar olan süreci anlatır.
11 Ekim 1993 yılında aramızdan ayrılan Osman Sebrî’nin hayatı, mücadeleci kişiliği hakkında onu oldukça iyi tanıyan şair ve yazar A. Bali (Abuzer Bali) Han ile görüştük.



Osman Sebrî ile bireysel ilişkileriniz dışında, aynı bölgedensiniz. Osman Sebrî nasıl bir ortamda yetişti?
Osman Sebrî’nin köken olarak soyu tarihi Mirdes Beyliği’ne kadar gider. Osman Sebrî’nin aktardığına göre her dönemde devlet baskısına uğramışlar. Üç dedesi devlet tarafından çeşitli yollarla öldürülmüş. Babası Sebrî ve dedesi Ebuzer için de ferman çıkarılmış. Osman Sebrî’nin ailesi 1950’lere kadar Malatya iline bağlı olan Kolık‘ın (Kahta) Narince Beldesi’nde yaşamlarını sürdürürler. Bölgenin en etkin ağalarından biri olan Haci Bedir Ağa ailesi ile Mirdes ağaları arasında da hep iyi ilişkiler kurulur. Zamanla her iki aile birbirlerine kız alıp vererek akrabalaşırlar.
Halen günümüzde Haci Bedir Ağa ailesi olan Fırat ve Turanlı aileleri Adıyaman’da etkin ve söz sahibidir. Her iki ailenin içinde yurtsever ve aydın adamlar olmakla beraber aileler her dönemde iktidardakiler ile işbirliği içinde olmuşlardır. Bu geleneği son yıllarda rahmetli Mir Dengi Fırat kırarak ailelerin yurtsever saflarda yer almalarının önü de açılmış oldu.
Fırat ailesinin Haci Bedir Ağa’ya kadar giden sürecine biraz değinmekte yarar var. Çocukluğumda Haci Bedir Ağa’nın (1872-15 Mayıs 1928) adını zengin ve söz sahibi olduğunu çok duyardım. Sonraları onun Mustafa Kemal’e bağlılığını irdeledim. Kurtuluş Savaşı döneminde yüzlerce silahlı adamıyla katıldığını, başarılarından dolayı Mustafa Kemal’in taktirini de kazanır. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ilk toplantıya çağrılanlar arasında Mustafa Kemal, Haci Bedir Ağa’nın adının olmadığını İsmet Paşa’ya sorduğunda, İsmet İnönü O’na: “Paşam milletvekilleri mutlaka okuma yazma bilmelerini bizzat siz söylemiştiniz! Haci Bedir Ağa’nın ne okuması ve ne de yazması var. Ayrıca Türkçe de bilmez! Onun için listeye adı almadık“ der. Mustafa Kemal, İsmet İnönü’ye dönerek: “O’nun için parantez açın ve deyiniz ki -Gayri Haci Bedir Ağa-, yani bu madde Ağa için geçerli değildir. Madde sadece diğer vekilleri kapsar. Böylece Haci Bedir Ağa’nın milletvekilliği bu aile için bazen senatörlük ve bazen de milletvekili olmanın yolunu da günümüze kadar açmış olur! Oğlu Hüseyin Fehmi Fırat üç dönem milletvekillik ve Demokrat Parti Genel İdare Kurulu Üyeliği, diğer oğlu Ali Fırat'ın oğlu Dengir Mir Mehmet Fırat, AKP Kurucu Üyesi ve Genel Başkan Yardımcısıydı ve birkaç dönem milletvekilliği de yaptı. Kızı Bedriye Turanlı'nın oğlu Mehmet Sırrı Turanlı mecliste 11. dönem Adıyaman milletvekilliği ve Adıyaman senatörü olarak görev yapar.


Aşiret reisi olacak adam gözüyle bakarlar
7 Ocak 1905 yılında doğan Osman Sebri daha çocuk yaşlarında iken babası Sebrî Ağa’yı kaybeder. Amcası Şükrü Ağa, onun yetişmesi için elinden geleni yaparak, ailenin geleceğini Osman Sebrî’ye bırakmak ister. Ona gerçek bir babalık yapmak için annesi ile de ikinci evliliğini yapar. Şükrü Ağa aynı zamanda Haci Bedir Ağa’nın da damadı. Osman Sebrî’nin ailesinin bu bağlantısı Haci Bedir Ağa ailesi ile de iyice güçlenir. Osman Sebri 1922 yılında daha 17 yaşında iken evlendirilir. Bir yıl sonra bir erkek çocuğu dünyaya gelir. Onun adını ‘Welat’ koyarlar.
Artık amcaları ve aşiret ileri gelenleri Osman Sebrî’ye aşiret reisi olacak adam gözüyle bakarlar. Tam da bu dönemde köye İsmail Efendi adında bir öğretmen sürgün olarak atanır. Öğretmen İsmail Efendi, feodaliteye ve gericiliğe düşman olan ilerici bir kişiliğe sahipti. Feodallerin köylülere yaptıklarını angarya ve zulüm olduğunu söyler. Öğretmen, genç aşiret reisi adayı olan Osman Sebrî’ye zorbalığın, haksızlığın, adam öldürmenin ve kan davalarının yanlış olduğunu anlatır. Bu yeni görüşler Osman Sebrî’ye bir hoş gelir. Önceleri dinlemeyi ve sonraları ise bazen çatışarak, bazan da uzlaşarak aralarında bir dostluğun temeli atılır. Gelen öğretmen, devrimci şairlerin şiirlerini bazen ona okurken Osman Sebrî’nin de ilk şairlik damarına da kanı verdiğinin farkında bile değildi! Bu ilişki her ikisi arasında bir dostluğu perçinleştirirken, çağın halktan yana olacak olan büyük Kürt şairini de artık kanatlandırmıştı.
Osman Sebri 20 yaşına geldiğinde iki amcası ile birlikte tutuklanmış. İstiklal mahkemesi amcaları Şükrü ve Nuri Ağa hakkında idam kararı vermiş. Şükrü amcası idamdan önce koğuşta birlikte kaldığı Osman Sebrî ile görüşür… Vasiyet olarak isteklerini aktarır… İdam sehpasına gider… Osman Sebrî ise bu davada altı yıl ceza alır.
Adana cezaevinde 73 gün, Konya cezaevinde 3 ay, Denizli cezaevinde ise bir buçuk yıl kalır. Bana anlattığı bilgiye göre son mahkemesi Malatya adliyesinde görülürken Dersimli bir hakimin kendisine özel bir ikili görüşmede: “Gençsin, ölümüne veya asılmana gönlüm elvermiyor! Ayrıca da hiçbir asılacak suçun da yok! Sana doğacak olan bir fırsatı iyi kolla! Başka da sana yapacağım bir şey yok!“ demiş. Osman Sebrî de mahkeme çıkışında beklediği fırsatı kollayarak kaçar. Beydağı’nı aşarak kendini Nemrut Dağı’na verir. Sonra Nemrut‘un yamacındaki Narince’ye ulaşır. Bir süre bölgede kaldıktan sonra Suriye topraklarına geçer.


Osman Sebrî ve oğlu Hoşeng Halep Hapishanesi'nde, 1964

 

Bahsettiğiniz yıllarda Kürtlük konusunda da kendini yetiştiriyor. Osman Sebrî’nin anılarından okuduğumuz kadarıyla o zamanki adıyla 'Binxet' şimdiki adıyla Rojava’ya geçer geçmez de ilk iş olarak Kürt yurtseverleriyle tanışıyor…
Evet. Önceleri Xoybûn örgütünde, sonraları da yoldaşlarıyla Kürdistan Demokrat Parti/Suriye kolunu kurarak politik çalışmalarına hız verir. Ekrem Cemil Paşa ile de yakın arkadaşlığı olur. Ekrem Cemil Paşa “Hatıratım” adlı anı kitabında Osman Sebrî için şöyle yazıyor: “Yaz geldiğinde Hoybun’daki Kürt olan ağa ve beylerin çekişmeleri de biterdi. Çünkü çoğu serin bölgelerdeki yaylalara çekilirlerdi. Osman Sabri gibi savaşçılar ise kuzeye çekilerek, birkaç ay içinde katır yükleri ile düşman karakollarında aldıkları silah ve cephaneyle geri dönerlerdi!”
Çok hapis yatar. Yattığı hapishane sayısı neredeyse ise yirmiye yakındır. Oğlu Hoşeng ile hapiste yattığı yıllar ve çok sevdiği oğlu Welat’ın Kahta’da akrabaları tarafından öldürülmesi olayı Osman Sebrî’yi sarsan olaylar arasında yer alırlar.


Hemreş Reşo’dan sonra Suriye dışında Osman Sebrî’nin kitaplarını siz yayımladınız. Osman Sebrî ile aranızda nasıl bir ilişki vardı?
Hemreş Reşo‘yu (Hamdi Turanlı) 1970’li yıllarda tanıdım. Daha doğrusu o, beni tanımak istemişti. İranistik İnstitüsü’nde Prof. Dr. Cemal Nebez’in seminerlerine katılırken, bir semineri de ben hazırlamıştım. Konu “Yurt dışında Kürt İşçi Örgütlenmesi“ idi. Seminer sonunda hocam Cemal Nebez ile sosyalizm konusunda tartışırken yanımıza yaklaşan ince, uzun boylu nazik biri de söze karıştı. Sonra hemşeri olduğumuzu söyledi. Bu kişinin Kürdistan Demokrat Parti/Kuzey’nin başkanı olduğunu sonradan öğrendim. O, sosyalist değildi. Hemreş Reşo‘yu yıllar sonra kendini sosyalist sananlarla mukayese ettiğimde iyi bir yurtsever olduğunu ölümünden sonra ancak anlayabildim. Osman Sebrî ile Hemreş Reşo‘nun akrabalıkları var. İsveç’teki Turanlı kardeşlerden Abuzer, Osman Sebrî’nin eniştesi olsa gerek. Osman Sebrî ile Hemreş Reşo‘nun, iki ailenin Kahta’daki kökenleri birbirine karışmış.
Osman Sebrî’nin Hemreş Reşo ile başlangıçta çok iyi ilişkileri varmış. Sonraları Osman Sebrî, silahlı mücadeleye gönül verince ikisinin arasının açıldığını biliyordum. Osman Sebrî’ye bu konuda hiçbir şey sormadım. O ise adı geçen konuya hiç değinmedi. Bu konuda Osman Sebrî de bana hiçbir şey anlatmadı. Hoşeng Sebrî ile Hemreş Reşo’nun araları hep iyi gitmişti. Bunca arkadaşlığımıza rağmen Hoşeng’e hangi partidesin diye de hiç sormadım. Zira o da babası gibi yurtsever olan Kürt örgüt ve simalara hep eşit mesafede kalmasını bilen ender Kürtlerden biridir. Olanakları doğrultusunda her örgüt ve yurtsevere el uzatmasını bilen biri. Benim bildiğim Osman Sebrî de Kürdistan Demokrat Partisi‘nin üyesi olmadığı gibi, tanıdığım dönemde de hiçbir Kürt partisine üye değildi. Bana da hangi partidensin diye de hiçbir soru yöneltmemişti…


A. Bali


 

80’li yıllarda Cigerxwîn Avrupa’ya geldi ve birçok kitabını burda yayımladı. Daha önceki bir konuşmamızda Osman Sebrî’nin onu eleştirdiğini söylemiştiniz, Cigerxwîn’in bu eleştirilere cevabı ne olmuştu?
80’li yıllarda Cigerxwîn, Avrupa’ya kendi partisinin Avrupa sorumlusu olarak gönderilmişti. Bunu benim yanımda Avrupa‘ya gönderdikleri ve günümüzde bilim adamı olarak tanınan iki kişiye Cigerxwîn, “Sizi parti adına Avrupa’ya gönderdik. Buraya geldikten sonra her biriniz başka bir partinin adamı oldunuz!“ demişti. Osman Sebri de Cigerxwîn için, “Komünistlerden menfaat sağlamak uğruna kızını onlara verdi!“ demişti. Bu konuda son dönemlerde araları açılan yoldaşı Cigerxwîn ise bana, ”O yiğit benim için eleştiriler yapıyor. O her zaman haklı. Fakat benim de bana göre haklılıklarım var!” demişti…
Cigerxwîn, Osman Sebri gibi sert yapılı olsaydı yirmi kadar değerli yapıtını Avrupa’da bastıramazdı.



Cigerxwîn ondan bu sözlerle bahsettiğine göre ikisi arasında sağlam bir yoldaşlık vardı demek…
Osman Sebrî ile Cigerxwîn arasındaki yoldaşlığa gelince, bu yoldaşlıkta bir sapma var ise o sapmada Osman Sebrî’nin payı daha azdır. Her iki şair bilimsel sosyalizmi benimserken aynı çizgide ve aynı saflarda olmayışları bir eleştiri konusu olsa da günümüzde birbirine çelme takan o kadar sahte sosyalistler var ki birbirlerini bir pula dahi değiştirmeye tenezzül etmekteler!.. Osman Sebrî yoldaşlarına hiçbir zaman sırt çevirecek bir yapıda değildi. O nedenledir ki Kürt halkı ona ‘Têkoşer’ adını vermiştir. Zira o da bu adın hakkını verdi.


Kürt örgütleri Osman Sebrî’ye de o yıllarda Avrupa’ya çıkma teklifinde bulundu mu? 
Örgüt olarak değil, kişi olarak benim teklifime olumsuz yanıt verdiği için o, benim gözümde daha sağ iken ölümsüzleşmişti. Bunu oğlu Hoşeng’e de anlatmıştım.
Osman Sebrî’nin oğlu ve aynı zamanda arkadaşım olan Hoşeng yıllar öncesi bir gün beni çağırarak, gel sana bir mektup okuyacağım demişti. Mektup babası Osman Sebrî’den gelmişti. Kısaca bu mektup Hoşeng’in babasına yazdığı mektubun yanıtıydı. Hoşeng babasına, ”Mücadeleye inancının zayıfladığını gelen arkadaşlar bana anlattılar! Bu nasıl bir durumdur ki mücadeleye adadığın ömrünün sonunda bir senede bir duraklama ve soğuma olur?” demişti. Osman Sebrî ise oğluna yanıtını uzun şiirsel bir anlatımla ifade ediyordu. Bu mektup basına da düşmüştü. Birkaç kez de yayınlandı. Tam da bu sıralarda olaya ben de dahil olmuştum. Osman Sebrî’ye durumunu açıklanmasını rica etmiştim. Bana şöyle konuyu açıkladı: “Aziz oğlum! Ben satılmayan ve düşmanın satın alamayacağı kadar başı dik olan bir Kürdüm. Bak bu yaşa geldim, bir hüviyetim bile yok ki devletin ucuz olarak halka verdiği birkaç kilo pirinç ve şekeri alayım. Dahası, Fransızlar 'Politikadan vazgeç ki sana bir köy bağışlayalım' demişlerdi. Halkım için hiçbir zaman kendi menfaatimi gözetlemedim. Madagaskar adasına bile sürüldüm.“ Tam da fırsat kollayarak kendisine: “Hoşeng ile görüştüm. Eğer isterseniz size pasaport çıkarıp, sizi birlikte Hoşeng’e (Berlin’e) götürmek istiyorum.“ Bana yanıtı netti: “Gitmem! Gidemem! Ben ancak memleketimde yaşarım!” demişti. Ben de kendisine “Şam” memleketin değil ki demiştim. O da: “Memleketim olmadığını ben de biliyorum. Fakat memleketime daha yakın olduğu için burada kalacağım ve öldüğümde beni götürüp Kürdistan toprağına gömecekler!..“ demişti. Bu konuda Osman Sebrî çok hassastı. Memleketini terk edip yad ellere giden Kürtlere çok kızıyordu. Özellikle de “Bir şair hiçbir zaman memleketini ve halkını terk etmemeli!“ derken çok ciddiydi!


Sanırım Kürt örgütlerinin lider ve kadrolarının da 80 darbesi sonrası Avrupa’ya çıkmasından hoşnut değildi?
Osman Sebrî’nin o yıllarda Kürt aydınlarının ve Kürtler adına siyaset yapanların Avrupa’ya çıkmasını çok eleştirmişti. Eleştirisinin yıllar sonra yerinde ve son derece de isabetli olduğu anlaşıldı. Yurtdışına gelen Kürt liderleri Avrupa’da gelişmiş olan demokratik mücadeleyi budadıktan sonra tekrar yurda döndüler. Birlikte mücadele etmesini bilmeyen ulusal Kürt örgütleri birlikte Newrozları bile kutlayamaz oldular. Hatta yaşadıkları ülkelerde örgütler birbirlerini resmi makamlara şikayet ederek, örgütsel yarar sağlama derecesinde bayağılaşarak yurtseverlikten de uzaklaştılar! Bundan daha büyük bir zarar ulusal mücadeleye nasıl vurulabilinir?
Az önce bahsettiğim Hoşeng ile olan mektuplaşmaya gelince ona da şu cevabı vermişti: “O kadar inancını yitiren ve kendilerini egemen güçlere satan Kürtlerle karşılaşıyorum ki, onlara acıyarak bakıyorum. Her biri sırtını başka güçlere vererek Kürdistan’ın kurtuluşunu beklemekteler. Ben bunları eleştirirken inancımın kaybolmasını söyleyenler, sadece inançsız olan insanlar beni Hoşeng’e şikayet etmişler! Ben memleketimizi ancak ellerinde silah olan ve silahlı mücadeleyi verenler kurtarabilir derken, satılık olanların ve sırtını düşmana dayayanların saflarında olmadığımı da vurguluyorum. Bu yönde iradem tam, başım dik, her zaman halkımın mücadelesi saflarındanım. Tüm Kürtler beni ziyarete geliyorlar. Fakat gerçek mücadeleyi veren önderler beni ziyaret ederken, ben onlardan son derece memnun olduğumu da belirtiyorum.“


Kürt aydınlanmasında Osman Sebrî’yi nasıl tarif edebiliriz?
Kürt aydınlanmasında Osman Sebrî’yi tarif etmek çok zor. Osman Sebrî ve Cemal Nebez, 1954 yılında Şam’da birbirini görüp, tanışmış olan iki dosttu. Daha o dönemde Kürt dil birliğini savunmuşlar. Rewşen Bedirxan’ın da aralarında olduğu dilbilimciler bir de kamuoyuna bunu bir bildiri ile aldıkları kararları duyururlar. Osman Sebrî ve Cemal Nebez, Kurdayetî açısından da birbirine çok benziyordu. Kendi menfaatleri de dahil olmak üzere dünyanın tüm nimetlerini kendilerine sunsalardı ve deselerdi Kürdistan’ın sadece bir taşını bize verin deselerdi, bu iki kişinin hiçbir yarar karşılığında bu teklifi geri çevireceklerinde emindim. Birbirinden ayrı yönleri yok muydu? Bir gün Osman Sebrî’ye kendisinin çağdaş, devrimci ve sosyalist bir Kürt şairi olarak haklı bir nam sahibi olduğunu vurgulamıştım. O ise yanıt olarak bana: “Ben şair değilim!“ demişti. “Halk düşüncelerimi şiir yoluyla daha kolay anlıyor diye ben şiir yazıyorum!“ demişti. Düşünür, dilbilimci Prof. Dr. Cemal Nebez ile şiir konusunda pek anlaşamazdık. Nebez’e göre şiir: “Şiir, yani hayal! Hayal ise anlamsız ifadelerden oluşan düşüncelerdir. Kısacası şiir, yani hayal ve yalan!“ derken bazen da Haci Qadirê Koyî ve Ehmedê Xanî’nin dizelerini ezbere söylemeyi de sağlığında ihmal etmemişti!..
Suriye’ye gidiş ve gelişlerimde Osman Sebrî’nin evinde hep konuk oluyordum. O kadar misafiri çoktu ki evi hiç boş olmuyordu! Evi Kürtler için bir okul gibiydi. Kimisine Kürtçe dersleri veriyor, kimisine ise hayat deneyimlerini aktararak anlatıyordu.



Osman Sebrî kendi kuşağının aydınlarıdan hangi yönleriyle ayrışıyordu?
Osman Sebrî halkçı, devrimci bir çizgide yürümeyi kendisine bir yaşam biçimi olarak seçmiş biriydi. Bir kez opürtünist değildi. Doğru bildiğini tüm ortamlarda söylemekten çekilmezdi. En nefret ettiği husus da sırtını egemen sömürgeci devletlere dayandırıp, yurtseverlik taslayan Kürt lider ve örgütlereydi.
Her yurtsever Kürdün sevgi ve saygısını kazanmıştı. Hayatının son dönemdeki siyasi duruşunun ve düşüncelerinin günümüzde Rojava’da filizlenmesi onun en çok görmek istediği yaşam biçimiydi. Tüm yurtseverlerin birbirini dışlamadan özyönetimlerine sahip olmaları ve onu korumaları Rojava’da olduğu gibi halen günceldir. Bağımsız ve özgür olmak her halkın kendi kaderini serbestçe tayin etmesi çok uzaklarda kalan bir konu olsa da, bu konu halen Kürtler için güncelliğini korumaktadır. Özgür günler er veya geç mutlaka Kürt halkının da hakkı olacak!..


Bu röportaj 10 Kasım 2020 tarihinde Yeni Özgür Politika gazetesinde yayımlandı

'Baksi arkadaş sen rüya görüyorsun'


  • Bugün gazeteci, yazar Mahmut Baksi'nin ölüm yıldönümü. 56 yıllık hayatına çok şey sığdıran Baksi, 20. yüzyılın diasporada etkili olmuş Kürt aydınlarından biridir.    

 

Eserleri ile Kürt aydınlanmasında önemli bir yere sahip gazeteci, yazar Mahmut Baksi, Batman’ın Hezo (Kozluk) ilçesine bağlı Suphiye köyünde başlayıp, Stockholm’de bir hastanede son bulan 56 yıllık hayatına çok şey sığdırmış, 20. yüzyılın diasporada etkili olmuş aydınlarından biridir.    

1966 yılında Batman Gazetesi’nde köşe yazarlığı yapmaya başlar. 1968 yılında Türkiye İşçi Partisi’nin Batman Şube başkanlığını yapar. TİP Batman İlçe Başkanı olma serüvenini şöyle anlatır: ''(…) 1968 yılında, bir gün Mehdi Zana, Tarık Ziya Ekinci ve Behice Boran Batman’a gelir. Mela Abdülkerim Ceyhan’ın (Batman’daki yurtsever gençlerin gelişmesinde büyük emekleri geçmiştir) Kürtçülerin yeri olarak bilinen kahvesinde bir toplantı yaptık. Mehdi’nin yanında duruyordum. Mehdi Zana birden bire sol yakama, çark-başak rozetini taktı ve dedi ki, 'Seni Batman TİP İlçe Başkanı seçtik.'' (Mahmut Baksi, Her Kuş Kendi Sürüsüyle Uçar, Weşanên Rewşen, 1999, Stockholm)  

Bir yandan da Türkiye Petrolleri’nde memur olarak çalışan Baksi’nin siyasi çalışmalarından dolayı işine son verilir ve yönünü İstanbul’a çevirir. 1968’den 1970’e kadar İstanbul’da DİSK’te aktif olarak çalışır. Aynı zamanda Doğan Özgüden’in çıkardığı ANT dergisinde yazmaya başlar. 1969 yılında da ilk romanı Mezra Botan’ı yayımlar ve bu romanı nedeniyle gözaltına alınır. Baksi bu gözaltı için ''Sistemli işkence ile ilk kez, yine bu gözaltı sırasında, ünlü Sansaryan Han’da karşılaştım.'' der. Sonrasında 1970 yılında ikinci kitabı 'Şadi Alkılıç Davası' yayımlanır. Kitap toplatılır ve hakkında dava açılır. Yazıları ve röportajları hakkında da yeni davalar açılır.


Unutamayacağı bir ders alır

Hakkında dava açıldığı günlerde 'genç ve yakışıklı’ birinden unutamayacağı bir ders alır: ''Davanın açıldığı günlerdi. Birgün Bab-ı Ali’de İsmail Beşikçi ile karşılaştık. Beni gördüğüne sevindiğini, kitaplarımı okuduğunu söyledi ve 'Seninle Gün Yayınları’na gidelim.' dedi. Ben o dönemde Türk Solu’nda yazıyordum. Beşikçi, Türk Solu’nun Mihri Belli’nin inisiyatifinde bir dergi olduğunu hatırlatarak, 'Seninle birkaç soru hazırlayalım da bu soruları Mihri Hoca’ya sor' dedi. Ben de 'Olur ağabey' dedim. Sonra birlikte Gün Yayınları’na gittik. Bir kağıda on tane soru yazdı ve bana verdi. Ben de randevu alarak Mihri Belli’ye gittim ve İsmail Beşikçi ile birlikte hazırladığımız soruları O’na sordum. Ben Mihri Belli’ye sorularımı yöneltirken, içeriye genç ve yakışıklı biri girdi. Bizi biraz dinledikten sonra bana dönerek dedi ki, 'Baksi arkadaş, sen rüya görüyorsun. Kürt halkının kurtuluşu, böyle soru sorup yanıtlar almakla olmaz. Kürt halkının kurtuluşu Kürdistan dağlarında, mavzerin ağzındadır.' Yaşamın zamanla doğruladığı bu delikanlı Mahir Çayan’dı.''


Almanya’da kalmaz       

Zamanla hem Kürtçü hem komünist biri olarak olarak artık devlet nezdinde tanınan biri haline gelen Baksi’nin Mihri Belli ile yaptığı röportaj hakkında da dava açılır. Davalardan hapis cezası alma ihtimali çok güçlü olduğu için yurt dışına çıkmaya karar verir. İlk durağı Almanya’dır. Onbir ay kaldığı Almanya’yı sevmez ve fakat ''Kürt ulusal bilincim orada daha da gelişti. Almanya’da Türk Türk’tü, Kürt Kürt’tü. Kürtler burada gerçekten iyi örgütlenmişlerdi.'' der. Baksi Almanya’da da kaldığı sürede boş durmaz ve 'Vatandaş Hakkı' adıyla bir kitap yazar.  


'Nihayet ölmeden özgür Kürdistan’a gelebildin’ 

İsveç’de 1974 yılının Mayıs ayında İsveççe yazdığı Den kurdiska frågan (Türkiye’de Kürt Sorunu) kitabı yayımlanır. Aynı yıl  Türkiye’de 1974 affı veya Ecevit Affı olarak  bilinen  af çıkar. O yıllarda İsveç’te bulunan Kürtlerden bazıları bu aftan yararlanıp Türkiye’ye geri dönmek ister. Mahmut Baksi bu kitabı nedeniyle af kapsamı dışında kalır.  

1979 İran’da şahın devrilmesinin ertesinde Mehmed Uzun ve Elin Clason’la Kürdistan’a giderler. Mahabad’da Abdürrahman Kasımlo ile buluşmasını şu sözlerle anlatır: ''Güçlü kollarıyla bana sarıldı, 'Mahmut Baksi…' dedi, 'Nihayet ölmeden özgür Kürdistan’a gelebildin. Artık gitme. Sana burada ev vereyim, evlendireyim de burada otur. Öleceksek de, kalacaksak da beraber olalım.''  


Mahmut Baksi, Cegerxwîn  ve Dr. Tahir Baban, 1981 


Kürt edebiyatında Mahmut Baksi

Kürtçe, Türkçe ve İsveççe olmak üzere üç dilde yazan Mahmut Baksi yaşadığı dönemde 22 kitabı yayımlanır. 'Serhildana Mala Eliyê Ûnis’ adındaki Kürtçe romanı ölümünden sonra basılır. 

Sade bir dil kullandığı romanlarında Kürtlerin karşı karşıya olduğu zülüm cenderesini anlatır ve bu yönüyle politik mesajlar içerir. Özellikle Kürtçe romanları modern Kürt edebiyatının köşe taşlarından biridir. Hêlin, Gundikê Dono, Lawikê Xerzî, Serhildana Mala Eliyê Ûnis adından dört Kürtçe romanı vardır. Onun edebiyatçı kimliğinin tanınmasını sağlayacak ‘Hêlîn’ romanını Kürtçe olarak 1984 yılında çıkarır. 1983 yılında ilkin İsveçce yayımlanan bu romanı 1997 yılında İsveççesinden Almancaya 'In der Nacht über die Berge' adıyla çevirilir. Bu romanın Almancası baskısı 1998 yılında İsviçre’de verilen çocuk ve gençlik edebiyat ödülü Blaue Brillenschlange'yı, Avusturya’da Kültür Bakanlığı’nın verdiği Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Ödülü’nü alır.  İsviççe ve Almanca baskılarında yazar olarak Mahmut Baksi ve aynı zamanda eşi olan Elin Clason’un adı geçerken, Kürtçesinde ise yazar olarak sadece Baksi’nin adı vardır. 

Mehmed Uzun, Baksi’nin ölümünden sonra kaleme aldığı ‘Ölümünün birinci yıldönümünde Apê Baksi’ yazısında ‘’Baksi’nin kitapları devamlı yeniden yayınlanmalı, onun yazarlığı konusunda araştırmalar, incelemeler yapılmalı, adına ödüller konulmalı, etkinllikler düzenlenlmeli, dergi ve gazetelerde Baksi özel sayısı yapılmalı’’ diyordu. (Ekpolitika, Sayı: 176) 

Tam da Mehmed Uzun’un dediği gibi olur. Lîs yayınevi Baksi’nin Kürtçe romanlarını yeni baskısıyla ile tekrar okuyucuyla buluşturur, Mahmut Baksi’nin romancılığına dair makaleler yayımlanır, yazarlığı dergilerde dosya konusu olur.        


Çizgi film olarak gösterilir

1977 yılında ‘’İhsans Barn’’ adlı çocuk kitabı İsveç’te önce İsveçce sonra da Kültür Bakanlığı’nın isteği üzerine 'Zarokên Îhsan' adıyla Kürtçe olarak yayımlanır. Bu kitabı İsveç okullarında Kürtçe eğitim gören Kürt çocukları için tercih edilerek okutulmaya başlanır. Bu kitap aynı zamanda Baksi’nin Kürtçe yazın dünyasına da giriş yaptığı kitaptır. (Teyrikê Çemê Xerzan, Firat Cewerî, Nûdem dergisi, Sayı:2) Mahmut Baksi bu kitabı için ‘’Yanılmıyorsam bu kitap Kuzey Kürtleri içinde Kürtçe ve Latin alfabesiyle yayınlanan ilk çocuk kitabı’’ der. (Ekpolitika, Sayı: 153, 2000)

1979 yılında da ‘’Keça Kurd Zozan’’ adlı kitabı Kürtçe olarak yayımlanır ve İsveççeye çevirilir. Aynı zamanda bu kitabı üç bölüm olarak İsveç televizyonlarında çizgi film olarak gösterilir. 1986 yılında da bu çizgi film Kürtçenin Kurmancî ve Soranî lehçeleriden hazırlanır.




Gazeteciliği

Yazarlığının yanında İsveç’te zamanla tanınan bir gazeteci haline gelen Baksi’nin bu alanda da tarihe not düştüğü önemli çalışmaları vardır. Sözgelimi 1980 yılında İsveç Sosyal Demokrat Partisi Başkanı Olof Palme ile bir röportaj yapar ki iki yıl sonra Olof Palme ikinci kez İsveç Başbakanı olur. Röportaj Aftonbladet gazetesinde yankı uyandıran bu röportaj sonrasında Türk medyası Olof Palme’yi özellikle hedef gösterir. Olof Palme’nin 28 Şubat 1988’de Stockholm’de öldürülmesi ve ardından Türk MİT’inin yönlendirmeleriyle Kürtler kriminalize edilir. Mahmut Baksi, cinayette MİT’in yönlendirmesi ve parmağı olduğunu görüşünü savunur. Bu görüşüne önemli bilgi ve belgelerle yer verdiği yazısını dizi halinde Kurdistan Press gazetesinde yayımlar. 


Mahmut Baksi ve öldürülen İsveç Başbakanı Olof Palme, 1980





Türk devleti Suriye devletinin onayıyla 12 Aralık 1980 tarihinde Rojava’nın Qamişlo kentinde Kawa Hareketi’nin önder kadrolarının ve taraftarlarının bulunduğu bir eve operasyon düzenler. Ev sahipleri ile beraber 16 kişi katledilir. Öldürülenlerden biri Mahmut Baksi’nin kızkardeşi Necla Baksi’dir. Necla’nın ölüm haberini alır almaz olayı araştırmak için anılarında bahsettiği şekliyle ''Ölümüm pahasına da olsa -ki o zaman işin ucunda gerçekten de ölüm vardı- oraya gidiyorum''  der ve Şam üzeri Qamışlo’ya gider. Türk devletinin savaş suçunu ‘Kamışlı Katliamı’ kitabı ile belgeler. 1982’nin sonbaharında Paris’te Duvar filminin çekimleri esnasında Yılmaz Güney ile karşılaşmasında Yılmaz Güney ona bu kitabından bahseder ve ’’Geçenlerde senin ‘Kamışlı Katliamı’ kitabını okudum. Yakında onu filme alacağım. TC, Kürt halkına karşı işlediği cinayetlerden yakasını kurtaramaz’’ der.


Mahmut Baksi 2000 yılında kitaplarının Kürdistan’a girişinin yasaklanması ve Kürt dili üzerindeki baskıları protesto etmek için açlık grevine girmişti (Kupür: 13 Mayıs 2000, Özgür Politika)





Seni yalnız bırakmayacağım

Hastalığı döneminden başladığı Özgür Politika’daki köşesinde, Ahmet Kaya’nın ölümünden sonra kaleme aldığı ‘İsyan’ yazısında ölümün kendisine ne kadar yakın olduğunu şu sözlerle ifade ediyordu:  ‘’(…) Gider ayak yine kızdırdın beni sevgili Ahmet. Neden beni bir başıma bıraktın? Madem vardı, neden gittiğin yere bir bilet de bana almadın?
Ama üzülme ben yine oyun bozanım. Seni yalnız bırakmayacağım…. Yakında seninleyim…’’ (Ekpolitika, Sayı: 153)


Mahmut Baksi ve Yılmaz Güney, 1983, Paris




‘Sana Türkiye’yi böldürtmeyceğiz. Kürtçülüğe geçit yok’

Mahmut Baksi’nin anıları oldukça dikkat çekici anektodlarla doludur, bunlardan biri de Yılmaz Güney ile ilgili olanıdır.

1979 yılında İsveçli bir kadın gazeteci dönemin Başbakanı Bülent Ecevit ile ilişkilerini kullanarak Yılmaz Güney ile cezaevinde bir röportaj yapar. İsveç televizyonunda gösterilen röportajda Yılma Güney ‘Türk sinemacı’ olarak tanıtılır. O dönemde İsveç gazetesi Aftonladet’de köşe yazarlığı yapan Mahmut Baksi ‘İsveç Televizyonu, Kürtler yokmuş gibi davranıyor’ başlıklı yazısıyla duruma tepki gösterir. Yazı o yıllarda İsveç’te bulunan bazı Türk solcuların hoşuna gitmez. Bunlardan ikisi de Sazcı Ömer ve Tuncel Kurtiz’dir. Bundan sonrasını Baksi’nin kaleminden okuyalım:

‘’Sazcı Ömer konuyu açtı. Belleğimde kaldığı kadarıyla:
-Baksi, dedi. Hepimiz seni seviyoruz. Biz etle tırnağız. Senin İsveç’teki başarıların hepimizin başarısıdır.
-Sağol Ömer, dedim. Ben ortada herhangi bir başarı görmüyorum.
-Yok, yok…  sen gerçekten çok başarılı işler yapıyorsun İsveç’te. Ama ne yazık ki yanlış yoldasın.
-Neden?
-Kürtçülük yapıyorsun. Bana göre Yumurtalık olayından sonra, Yılmaz Güney’e en büyük darbeyi sen vurdun o yazınla. Ama sen bizim bu uğraşlarımızı gölgeledin, olayı proveke ettin…
-Provokatör sensin. Ne dediğini kulağın duyuyor mu senin?
- Elbette duyuyor. O Aftonbladet’teki yazın neydi öyle? Sen kalkıp orada, o yazıda Yılmaz Güney’i Kürt olarak gösteriyorsun. Peki, Yılmaz Güney’e, Türkiye’de kim sahip çıkacak? Oysa biz Bülent Ecevit ile anlaşıp, O’nu kurtaracaktık. Ama işin içine Kürtçülük girince iş değişti… Aklı başında hiç kimse bu olayla ilgilenmez artık. Yılmaz’ı Kürtler kurtarsın, görelim. 
O ana kadar sessiz ve suskun olan Tuncel Kurtiz, hışımla bana döndü: 
-Senin yaptıkların bini geçti. Sana Türkiye’yi böldürtmeyceğiz. Kürtçülüğe geçit yok.
-Seni Yılmaz Güney’e şikayet edeceğim. Yılmaz hiçbir zaman Kürt sorununu savunmadı. Yılmaz için önemli olan sınıfsal mücadeleydi. Yılmaz bir Türktür ve Türk olarak kalacaktır. 
-O halde bunu kanıtla. Ben tüm bunları Yılmaz Güney’den duymak istiyorum. 
- Yakında film ekibiyle Türkiye’ye gidiyoruz. Yılmaz Güney ile yeniden bir söyleşi yapacağız. Yılmaz seni utandıracak. Ondan sonra senin İsveç’i terk etmen gerekecek… ‘’ 


Kim bu Sazcı Ömer?
Okuyucunun 'Kim bu Sazcı Ömer?' merakını ise yazının sonuna doğru gideriyor Baksi: ''Ömer’le çok yakın ilişkilerim olmuştu. Arkadaşlığımız 1970’lerin başlarına dayanıyordu. İsveç’e ilk geldiği günlerde tanışmıştık onunla. O sıralar ortalıkta bir hayli Ömer adlı kişi dolaştığı için, birbirlerine karışmasınlar diye buna ‘’Sazcı’’ lakabını takmıştık. Sazcı Ömer içki alemlerimizin vazgeçilmez mızrapçısıydı, efendi ve uslu… Kendini bana Elazığlı bir Kürt olarak tanıtmıştı. Sürgündeki bir Kürdün bir Kürde yapacağı tüm yardımları yapmıştık kendisine. Hatta 1974’te benden ünlü Kürt şairi Cigerxun’un divanını istemişti. Ömer, Cigerxun’un seçmelerinden Kürtçe bir plak yapmak istiyordu. Kürtçe bilmediği halde sözleri ezberleyecek ve böylece Kürt halkına karşı milli görevini yerine getirecekti.
Ama şimdi bu Ömer, Bülent Ecevit’in 1975’te çıkardığı kısmi afla tamamen renk ve saf değiştirmiş, azgın bir ‘’Türkçü’’ kesilmişti. Kendisi Stockholm’de yaşıyordu. Ama gözü gönlü, düşünceleri Altaylar’da, Orta Asya’daydı… Bülent Ecevit kendisini ‘’Fahri Kültür Ateşesi’’ tayin etmişti İskandinavya’ya. Sazcı Ömer bunu sevinçle ve gururla söylemekten çekinmiyordu. Bir de onunla ilgil ortalıkta epey söylence vardı. Ömer, TC’ye yaranmak ve toplumda kolayca bir yerlere gelebilmek için benim gibi kişilerin aleyhinde MİT’e rapor vermişti… Öte yandan Ömer adının Türkiye’deki Alevileri kızdıracağını düşündüğü için, plak ve kasetlerine ‘’Zülfü Livaneli’’ yazmıştı.’’ (Mahmut Baksi, Kürt Gözüyle YILMAZ GÜNEY, Zêl yayınları,1994, İstanbul) 


Bu yazı ilk olarak 19 Aralık 2020 tarihinde https://www.ozgurpolitika.com sitesinde yayımlandı

Ji çavê nivîskarekî Elman Sureya Bedirxan

Kurt Aram (Hans Fischer) û Sureya Bedirxan





  • Navê nivîskarê Elman, Kurt Aram e -maxlasê wî ye, fermî navê wî Hans Fischer e- û gelek romanên wî hene. Wî û Sureya Bedirxan hevdu li Stenbolê nas kirine ku hingî emrê Sureya Bedirxan 30 û tiştek e.   


 

Hin kesên di nav dîroka Kurdan de cihê xwe hene, hema bêje ji xeynî xebetên wan ên siyasî û kulturî ti agahiyên dîtir li ser wan tinene. Nexasim li ser aliyên van ên insanî em bi pirr tiştan nizanin, sermeselê ka di nav malê de ew dê yan bavekî çawa bûn, di nav rojê de rûtîna wan çi bû, ji bo ger û geştê diçûn kû derê û hwd. Helbet ew jî ne wekî em di wêneyên wan de dibînin, bêliv û statîk bûn. Pirsa “Wî ji bo Kurdan çi kir?” li pêşiya pirsa “Ew yekî çawa bû?” ye, ew jî ne tiştekî ecêb e. A rast, bersiva pirsa diduyê pariyek karê bîyografîk e, lê herçî di nav Kurdan de xebatên biyografîk in, dîsa bi piranî bi pirsa yekê serê xwe êşandine. 

Niha di vê nivîsê de em ê berê xwe bidin Sureya Bedirxan û ji çavê nivîskarekî Elman, em ê jiyana wî ya rojane hebekî nas bikin. Sureya Bedirxan, nexasim di dewra xwe ya Xoybûnê de bi berhemdariya xwe derket pêş.  

Ew nivîsa niha hûn ê bixwînin, sala 1924’an (1 Îlon Nr. 9) Xeberên ji Yekîtiya Şervanên li Asyayê (Mitteilungen des Bundes der Asienkaempfer) bi zimanê Elmanî li Berlînê çap bûye. Bund der Asienkämpfer piştî ku di Şerê Cîhanê yê Yekemîn de pişta Elmanyayê şikiya, ji alî xazî û kevneleşkerên Elman ve hatibû damezirandin ku xwe wekî saziyeke alikariya insanî bi nav dikir. Naziyan sala 1938´an ew saziya hanê belav kir. 

Navê nivîskarê Elman, Kurt Aram e -maxlasê wî ye, fermî navê wî Hans Fischer e- û gelek romanên wî hene. Wî û Sureya Bedirxan hevdu li Stenbolê nas kirine ku hingî emrê Sureya Bedirxan 30 û tiştek e.  

Ew di nivîsa xwe de navê wî tenê weke ’Sureya’ hildide, lê mirov gava bi xwendina nivîsê dadikeve, hingî tê derdixe ku ew kes ji Sureya Bedirxan pê ve ne mumkin e kesekî din be. Em vê carê ji çavê Kurt Adam (1869-1934) Sureya Bedirxan nas bikin ku wî bi berhemên xwe û çend wêneyên xwe di dîroka Kurdan de cihê xwe girtiye. Em bêhtir wekî her insanekî, insanekî Kurd nas dikin.      

 

 

Ji nivîsa orîjînal


***


Sureya 

 

Tenê navê wî ez ê li vir hildim ku di nav Kurdan de ne kêmtir e ji navê Hans ê di nav Elmanan de. Ez hêvî dikim, ew û jina xwe hê sax in li Stenbol an li Kurdistanê. Ew ji min re hevalên qenc bûn, herhal çawa ku min ew zêde ji bîr nekiriye, wî jî ez kêm ji bîr kirime tevî ku bi dehan salan di ser re bihurîne ku ez li cemê bûm û me xeber ji hev negirtine.

Bes li Rojhilat mirov wilo zû ji bîr nake, ji ber ku tiştên baş û xerab gişan her wiha ji bo hevaltiyê û bibîranînên hevpar hafizeyeke xurt heye ji welatên dîtir ên xwedan telefon û trênên zû. Min ji nasekî Faris ku pirr baş sûret digirtin, rica kiribû da ku heger tiştên ecêb biqewimin, bo min qeydiyên wan bigire. 12 sal di ser re bihurîbûn, rojeke havîna 1917´an li Sofyayê kete odeya min, heçku em qet ji hev dûr neketine, û ji min re resmên xweşik ên salên ji mêj bihurî yên şoreşgerên Fars û Rûs anîbûn. 

Sureya endamekî yekê ji wan komên Kurd ên piçûk bû, yên ku fena Jontirkan, bi pirranî li Parîsê xwendina xwe kiribûn û şaristaniya Ewrûpayê nas kiribûn. Wî li Stenbolê bi avakarên kovara ewil a bi zimanê Kurdî heta pê re diviyavabû tîpên Kurdî jî bihatana rijandinî qaliban, ew heta hingî tinebûn. Mixabin ew kovar paşê ji ber hindikbûna xwendevanên zimanê Kurdî, dîsa têk çûbû. Hewldana diduyan bû ku wî bi eşq dixwest navmala xwe bike Ewrûpî. Di orta vê reforma hanê de me hev du nas kir.

Ew yekî jîr û zirav bû. Bejna wî ne kin ne dirêj, emrê wî sî û tiştek, porê wî kej û çavên wî gewrikî bûn ku di nav Kurdan gelek tên dîtin. Wî zûzûka gazî min kir da ku ez biçim serdana wî, ew yek bo min jî xweş bû ji ber hingî ne wilo rehet bû yekî Ewrûpî biçûya mala çawa Ewrûpî dibêjin, ‘burjuvayekî baş’ ê Misilman. Ew li Stenbolê li kuçeyekê li cem Kapalî Çarşî xaniyekî rûdinişt ku xanî ji texteyê yê ûsila Tirkên berê bû, paceyên pêşîyên wan jî ji qefesên textik girtî bûn ku li ber çavên Ewrûpiyan xerîb û bi sirr xuya dikin. Her wiha ne dûrî Ayasofyayê û Şerefiye Sarnicî bû ku erdên kevn ên biqedr ên Bîzansa qeyserî bûn.        

Şewqa hingorî ya havînî xwe berdabû nav xênî. Ez ji derenceyan bi zehmetî ketime cihê ku odeya pêşwazîkirinê, odeya rûniştinê, odeya xwarinê, odeya xewê a xwediyê xanî tê de bûn. Çend dîwan û sindoqên kevin li kêleka dîwaran disekinîn. Di orta odê de maseyek û sê sendeliyên şixûlê modern tê de hebûn. Li erdê xaliyeke xweşik, li dîwaran çend sîlehên kevn û çarşefên hevrîşimî ên rengorengo hebûn. Ecêb xweş hênik bû hûndirê odeya nîvtarî ku ji bo germa havînê ya derve zaf rind û kêrhatî ye. 

Sureya destê xwe li  hev xist û xizmetkareke jin a pîr qehwe anî. Jixwe cixara xwe pêxistibû. Wî bi eks bi jinê re xeber dida, wê jî her bi awirên tirş û tehl li min mêze dikir. Nîqaşeke nexweş bû ku paşê xwediyê xênî bi destê xwe îşareteke hikumran da û bi dawî kir. Vê kêlîkê min jî xwe nerehet his kir. Piştî çendekî xanima malê jî xuya kir, Tirkeke xwînciwan, serqot bes kenara şara ku li stûtê wê bû, dabû ber devê xwe. Xwe da naskirin, wilo bi rengekî Ewrûpî meşî; jina ciwan bi Fransiyekê qise kir ku herhalî ji ya min çêtir û tevî ku ew hîç li Ewrûpayê jî nemabû. Carna Sureya çend xeberên Kurdî davêtin ortê û jina ciwan lêborîna xwe dixwest û şara xwe dîsa dibir ber devê xwe da ku xuya neke. Vê yekê çendbare kir. Sureya aciz bûbû û jina ciwan jî qeherî. Paşê ez di meseleyê gihîştim, wê xwe hînî vê yekê kiribû ku li cem zilamên xerîb serqot xwe nîşan bide, bes hîn nebûbû li gorî adetên Misilmanan ku xwe ji bêhna zilaman biparêze. Tu nabê, ji ber vê yekê bû aciziya Sureya û qehra xanimê. Ez jî di vî karî de bûbûm kobayek ji bo ceribandana reformên Ewrûpî yên ji bo malxê malê.

Piştî Sureya soz da min ku ew ê careke din min wekî kobay bi kar neyîne û destûrê bide jina xwe, ez dîsa çûm mala wan. Xanim ecêb bedew bû. Min serekî wilo esîl nedîtibû. Tu bêjî qey profîla jina Camee Gonzaga ya navdar a li Petersburgê bû. Ji bo min wekî mêr hema bêje kêfekî mezintir bû dîtina wê ji xeberdana pê re. Ez dilketibûm wê. Lê bi qasî min Rojhilat nas kir, min dizanî ew ê tenê bibe dilxweşiyeke pak a xeyalî û her wisa bimîne, çawa nabe Tirkeke bawermend bi yekî ne Misilman re hevaltiyê bike, bi heman rengî çawa nabe Cihûyeke ortodoks bi yekî ne Cihû re. Her du dîn jî qewî û teqez dikin meyla nijadî, her wiha li cem wan ûsilên navmalê û paqijiyê vehugerîne rêûresmên dînî. Ew ferqa wan a ji Xirîstyaniyê ye ku bi ya min ne tiştekî xerab e. 





Em bûbûn hevalên hev ên baş û gava jina ciwan bi xizmetkara malê ya pîr re di destpêka havînê de diçû Kandîlî, heta min soz nedaya ku ez heta ew vegere biçim mala mêrê wê, bela xwe venedikir; mêrê wê pişta vê daxwaza jina xwe digirt, lê ne bi germiyeke ku mirov ji rojhilatiyekî hêvî bike. Kêfa min gelekî ji vê kirina jina ciwan re dihat û vê yekê dilê min xweş dikir. Ji bo wê, sebebên wê yên taybet û birastî jî bi jinbûnê re elaqadar hebûn çawa ku paşê derket holê.    

Çaxê min koça xwe bir cem Kurdan, min xwe hazir kiribû bo meseleyên navmalê jî. Min oda jina wî dît ku ji bêhna textik û ava gulan mirov ji hişê xwe ve diçû. Şûşeka parfumê a li ser maseya tuwaletê ez xeyalşikestî kirim ku min digot qey ew bêhn ji nava Asyayê hatiye, tu nabêjî ji fabrîkeyeke li Leipzigê ye. Xwedêwo! Ew xalîçe û çarşefên li dîwaran çi xweşik û dewletî bûn, ew dîwana bi gelek balgîfan ku li odeya malxê malê bûn. Lê seba min tiştê ez matmayî hiştim ew bû ku midbex hingî biçûk bû bi zorê du mirov dikarîbûn biketanê. Têde ocaxeke biçûk, çendek kûp û sêlek ji bo berû û fistiqan bipijînin, hebû. Li ser ocaxa biçûk tenê qehwe hate çêkirin û av hate kelandin, lê ti xwarin nehat çêkirin. Xwarin ji bo xênî ji nanpêjê derve ê herî nêzîk dianîn. Ew xanima hanê bi teşqelaya karê malê re hindiktir mijûl bû ji xwişkên xwe yên Ewrûpî. Di bin derenceyan de ji bo xizmetkar odeyeke biçûk, du çavik û cihekî tişt miştan hebûn. Nava rojê hindûrê xanî nîvtarî û bêdeng bû. Tenê li kêleka midbexê xuşexuşe ava kaniyeke biçûk diherikî nava hewşikê. Mirov digot qey ne di vê germa Stenbolê de ye, lê heçko li ser stêrkeke dûr, hênik û bêdeng e. Bes kûçikan bi şev ev rehetî xera dikir. 

Meha rojiyê hatibû, ya ku tê de xwarin nedihat xwarin heta ku roj neçe ava. Lê cixare nekişandin ji nexwarinê xerabtir bû. Sureya ne Mislimanekî sofî bû, ji bo rojî jê re zehmet nebe, jixwe re nîvro jî radiket, bes kurmê cixarê zor dida wî. Xanim û xizmetkar li Kandîllî bûn. Gava roj diçû ava Stenbol şên dibû. Hema çawa muezîn êvarê bang dida, li her cihî derî vedibûn, bawermedan bi kêf hilma pêşî a dûyê cixarê dikişandin hinavên xwe. Hingî Stenbol dişiba bazara ku salê carekê tê çêkirin ku şên, lê ne wekî Ewrûpayê zêde teqûreq hebû. Ala, destmal û kaxizên rengorengo li her derê hatibûn daliqandin li her koşe û qûncikekê tiştek dihat sorkirin û pijandin. Heta şevê xwarin û cixare kêm nedibûn. Her nanpêjekî xwarineke taybet çêdikir û di vê Remezanê de hema bêje her danê êvarê min şîva xwe bi xweşaveke dawî kir ku ji pelên gulan dihat çêkirin. Bawer nakim tehma Ambrosia (di mîtolojiya Yewnan de xwarina xwedayan e, Ewrûpî ji bo xwarinên gelekî tahm xweş bi kar tînin Î.B) jê xweştir be.  

Mirovî li ti deran jin nedidîtin, bes cihê ku jin lê ne, di vê şeva hanê de Xwedê dizane, ka çendî şêntir û deradetî bû. Serê vê mehê bû, Sureya şevekê gunehên xwe ji me re gotin, ew û jinebiyeke ciwan a ji taxê nêzikî hev bûne ku wê bi dîzika gelek caran jê re xeber şandine. Di vê meselê de min ê çi bikira? Qesta min jê, bûyerên bi vî rengî min kêm nas dikirin û diviyabû pêşî min xwe hazir bikira. Niha, ew jinebiya ciwan êdî ne tenê ji taxê ye, êdî parçeyek ji malê ye. Ew dizane, jina Sureya bi xizmetkara pîr re li Kandîllî ye û Sureya ji bo bê serdana wê şandiye wir. Min digot, ji bo Sureya gavek bavêje, ne yekê gumanbar lê wekî ji malê be tevdigeriya. Sureya ji min re zelal dikir, li vê dera hanê xeter e, ji ber ku di navbera merivên nêzîk û dûr de hewesdariya wilo pir in, seba ku têkilîdanîna vê rehetir e.  Hingî mêvan diherin û tên ku ew jî meriv, kom û kulfetên hev bûn, herçî dilê yekê li ser yekî be, hingî dikare wî nas bike. Bi xwe li cem jina wî jî hestên şikber peyde bûbûn li dijî vê jinê ji ber ku bûbû çend sal zef dihat serdana wan. Ka dilê wî li ser vê jinebiya ciwan hebû? Ew bedew, ciwan û henokoyî bû lomanê jî çima na? Niha ez difkirim, ew li gorî exlaqa Xirîstiyanî, na eleqa wî pê re tune, lê qeydeyên Quranê bo vê bûyerê çi ye, çi ferman dike, an jî li ser bûyereke wisa qeyd û şertên wî hene, min ew yek hanê yekcar nedizanî.     

Lê min xweş dizanî ku Sureya jî wekî Kurdên dîtir ên ku min ew nas kirine, ne fena Tirkekî kevn olperest bû, û xwedê dizane Parîsê jî di vê xisûsê de ew nekiriye zilamekî exlaqperesttir. Lê niha? Di neqeba teorî û pratîkê de eynî li Ewrûpa jî ferqeke pirr mezin heye. Lê pirên ku zilamê Ewrûpî ji bo vê yekê çêkirine, ez dibêm qey ji bo Asyayê bi kêr nayên. 

Sureya digot, ew tişt ji ber ku jinebiya ciwan li taxa kêlekê rûdinişt, xasme xeter e. Jixwe, jineke pîr her di kemînê de ye û belkî jina wî jinek wezîfedar kiribe ji bo vî tiştî. Erê wilo, heger jinebiya ciwan li wî aliyî, li Kum Kapi yan li Et Meydan bimîne [dibû], lê bi vî hawî….

Heger meseleya hanê ew qasî xeter be, çima hema bela xwe jê venake? Sureya kenî, bi ya wî li aliyê din cezbeke wê ya taybet heye. Min jê pirsî, ka esas tişta xeter a vê yekê çi ye? Wî li xwe eşkere kir, ku jina wî ecêb ji zemanê berê ye, çawa min jî ferq kiribû, û gelekî hesûd e. Heger ew pê bihise, wê li malê hizûra wî nemîne. Ez jî hingê beşişîm, ji ber ku ez fikirîm çi li Ewrûpayê çi jî li Asyayê, tirsa ji behizûrî û aciziyê li her derê stûna herî xurt a exlaq e. Lê paşê ez bi xwe jî aciz bûm, ji ber ku heger wî yê ew bi jinebiya ciwan a herî baş a pêşî bida, vî zilamî jineke wilo bedew heq nedikir. Çawa aciziya min zêde bû, wêrekiya min jî wilo zêde bû ku ez weazên exlaqî yên qeydeyên Ewrûpî bidim. Vê yekê tesîreke ji ya ez li bendê zêdetir li ser wî çêdikir û em bi roj û şev li cem hev bûn, ez lê miqate bûm ku ew nehere cem jineke din. Gava ku jina wî vegeriya, ew bi awayekî xuya be rehet bûbû ku xeter bihûriye û niha min nas dikir ji ber çi wê jina ciwan ewqasî bi israr ji min rica kiribû ku ez bar bikim cem mêre wê. Bi ajoyên xwe ewle, vê jinê beriya min dizanî ku ji ber meyla min a ji bo wê jî be, ku ez ê notirvaniyeke baştir ji pîrejineke bi pereyan bikim li Sureyayî. Bêyî ku em her sê jî gotinekê bikin, di cih de me ev yek fêhm kiribû. Ji ber vê yekê ez bawer dikim, çawa ku min ew ji bîr nekiriye wî jî ez jî bîr nekirime. Dibe ku serboriya me ji bîra wê jinê ji zû ve çûbe, lewma di vê meselê de û belkî tenê di vê meselê de mêr xwedî hefizeyeke çetir in. 


Ev nivîs di PolitikART'a 301 de derket

Türk basınında 'terör'ün serüveni


  • Türk basınının kelime hazinesinde “terör” ve “terörist” gibi sözcükler, 1930’lu yılların başından beri vardı. Uzun yıllar bir köşede duran bu iki kelime, özellikle 90’lı yıllar ile beraber aynı soykütüğünden olan diğer bütün sözcükleri yuttu.


 

 

Kelimeler bazen içinde bulundukları zamana hapistir, ona çizilen sınırların dışına çıkamazlar. Bir zamanlar böylece köşesinde sessizce duran ve pek de zararlı olmayan bazı kelimeler, bir süre sonra canavara dönüşür. O artık salt sözlükte karşılığı olan bir kavram değildir, yeri geldiğinde sahibini yiyecek bir canavardır. Türk bağlamında “terör” böyle bir kavramdır; insanı uluorta canından edecek derecede tehlikeli, her an el değiştirmeye müsait ölümcül bir silahtır. 

En sonda söylenmesi gerekeni başta söyleyerek bir giriş yapalım: Türk basınının kelime hazinesinde “terör” ve “terörist” gibi kavramlar, 1930’lu yılların başından beri vardı; fakat bu kavramlar, günümüzdeki gibi Kürtlere karşı her türlü devlet bağlantılı şiddetin meşrulaştırılması ve toplumun bir kesiminin ötekileştirilmesinde çok da kullanışlı değildi. Egemenlerin sözlüğünde tercümeye ihtiyaç duymayan bu kavramların aslında Türk milliyetçiliğinin zihin ve duygu dünyasında bugün yarattığı etki çok da eskiye dayanmaz. 


Önce ETÖ sonra FETÖ; sırada ne var?

2007’ye kadar yönü Kürtler ve solculara dönük olan bu canavar, artık rota kırmaya başladı. Direksiyona tam hakim olma çatışmasında hedef, adına “ulusalcı” denen Kemalist kesimlerdi. Fethullah Gülen Cemaati’nin kudretli olduğu yıllarda “Ergenekon Terör Örgütü” (ETÖ) diye bir şey ortaya atılmış ve bu örgüt kapsamında binlerce kerli ferli Türk “terör”den yargılanmıştı. Çok değil, 7-8 yıl sonra, yargılayanların kendileri de aynı suçtan yargılanacaktı. ETÖ’den sonra bu kez AKP iktidarı ve destekçileri tarafından “Fethullahçı Terör Örgütü”, kısaltılmış adıyla “FETÖ” diye bir şey uydurulacaktı. İsminde “terör örgütü” ibaresi bulunmasına rağmen “FETÖ” demekle de hızını alamayan bazı iktidar beslemeleri, yanına bir “terör” daha yazarak, “FETÖ terör örgütü” diyecek kadar saçmalayacaktı. 

“Terör”ün havada uçuştuğu bu zamanlarda asıl savaş ise basın üzerinden yaşanacaktı. Artık o zamana kadar Türk basınının Kürtler ve devrimcileri demonize etmek için bol keseden kullandığı bu sözcük, daha doğrusu bu canavar, bu kez Kemalist ve muhafazakar Türkleri de yemeye başlayacaktı. Bir ara Tayyip Erdoğan, Gezi Hareketi için her ne kadar Osmanlı-Kemalizm mirası “çapulcu” sözcüğünü kullanmak istese de, hedefi nişan aldığı silah elinde patladı. 

Son olarak AKP-MHP ittifakında “terör” sözcüğü, hiç olmadığı kadar tavan yaptı; iktidar, artık kendisi kadar Türk milliyetçisi olan diğer siyasi partileri bu sözcük üzerinden hizaya getirmeyi biliyor ve onlara siyaset yapacağı alanın sınırlarını çiziyordu. Özellikle sosyal medyada, “Eskiden sadece Kürtler teröristti, şimdi herkes” biçiminde mizahı da yapılan bu durum, bir gerçekliğe işaret ediyor. Kemalizmin öncülüğünü yaptığı Türk uluslaşmasında “şekavet” -sonrasında ise “bölücülük” ve “irtica”- “iç düşman” ihtiyacını fazlasıyla karşılıyordu; fakat Erdoğan rejimiyle beraber “terör” demek, her şeyi açıklamaya yetiyordu, başka bir söyleme de ihtiyaç yoktu.    


Kürtler kullanmamayı tercih etti  

Söz konusu Kürtler oldu mu, “terör” söyleminin bağnazlığını Türk devletinden sonra en çok yapanlar, Türk devleti gibi tarihi soykırımlarla dolu Batılı devletlerdi. Batılı devletlerin bu söylem üzerinden kendilerini kriminalize etmesine rağmen Kürtler; Rojava’da karşısında savaştıkları cihadist grupları, uluslararası kamuoyu desteği de sağlayabilecek olmasına rağmen, “terör” sözcüğünün konforundan faydalanarak tanımlamayı tercih etmedi; bunun yerine “çete” tabirini kullandı.



Türk basınının 1930’lu yıllarda ‘terörist’ sözcüğünü hangi bağlamda kullandığını anlamak açısından bir haber. 26 Temmuz 1934-Akşam gazetesi


 

30’lu yıllarda ‘terör’ neydi, ‘terörist’ kimdi?

1930’lu yılların Türk gazeteleri, sadece gazete değillerdi; Kemalist rejimi tahkim etmek ve öz Türkçe hedefine giden yolda birer mevziydiler. Dolayısıyla dönemin basınını Kemalist dünya tahayyülünden ayrı düşünmek mümkün değildir. Bu dönemde iki büyük Kürt direnişi ile karşılaşan Kemalist rejim,  basında direnişlerin görselden söyleme kadar nasıl ve ne biçimde servis edileceğiyle yakından ilgilenmiştir. Bu yıllarda Kürt savaşçılar için en çok kullanılan kavram “şaki”dir, mesele ise “şekavet meselesi”dir. “Çapulcu” ve “âsi” de en çok kullanılan sözcüklerdendir. 

Peki bu yıllarda Türk basınının lügatında “terör” veya “terörist” yok muydu? Öncelikle bu iki sözcük de hiçbir biçimde Kürt isyanları ile ilintili bir şeyi tanımlamak için kullanılmaz. Kemalist rejimin meselenin ulusal boyutunu görünmez kılıp “uygarlaşamama”, “garplılaşamama” üzerinden dünyaya pazarlaması için “şaki”, Osmanlı’dan devralınan bir devletin yönetimi için daha kullanışlıydı.

İkinci Dünya Savaşı’nın arifesine denk gelen bu yıllarda birçok ülkede karışıklıklar yaşanır ve Türk basını da gelişmeleri yakından takip eder. Bu yıllarda daha çok yabancı basından alınan haberlerde “terörist” sözcüğü, tercümeye ihtiyaç duyulmadan olduğu gibi bırakılır. Ki kaynak alınan yabancı basın ise daha çok Müttefik Devletler adını alan cepheyi destekleyen Avrupalı ajans ve gazetelerdi. Bu kaynaklarda “terörist” daha çok Nazileri destekleyen paramiliter güçler veya gizli ırkçı örgütlenmeleri tanımlamak için kullanılır. 

Aynı şekilde Filistin’deki Arap ve Yahudiler arasındaki çatışmalarda da o zamanın Kemalist basını, Filistinlilerden “Arap teröristler” diye söz eder. “Terör örgütü” de o zaman Türkçenin lügatında vardı fakat daha eski hâliyle: “tedhiş cemiyeti”. Hatta gazeteler, dünyadaki meşhur “tedhiş cemiyetleri” hakkında dizi yazıları hazırlar, okuyucusunu bilgilendirirdi. Mesela 1930’lu yıllarda Türk gazetelerinin sayfalarında yer verdiği bazı “tedhiş cemiyetleri” şunlardı:
- Hırvat ırkçılarının kurduğu gizli örgüt: Ustaşa 
- ABD’de beyazların gizli ırkçı örgütü: Ku Klux Klan 
- İtalyan mafya örgütü: Camorra

 Bu cemiyetler adına faaliyette olanlar ise “tedhişçi”ydi. 80’lerin sonuna kadar da “tedhiş” (veya tethiş) sözcüğü, “terör”ün Türkçe karşılığı olarak ara ara kullanılırdı. Hatta 1930’lardaki Öztürkçe furyasında da “tedhiş”e de uygun bir karşılık bulunmuştu: Yıldırgı. “Yıldırgı” pek kabul görmedi ve unutulup gitti fakat o yıllarda cemiyetin karşılığı olarak bulunan “örgüt” sözcüğünün mayası tuttu.


1930’lu yılların en ağır suçlarından biri ‘Hoybuncu’ olmaktı, 13 Ekim 1936-Yeni Asır 


1930’larda en ağır suç: Hoybunculuk

Aynı yıllarda Türk devletinin çok tehlikeli gördüğü bir Kürt örgütü de vardı: Xoybûn. Ağrı’daki silahlı isyana da öncülük yapmış olan bu örgüt, o yıllarda hiçbir şekilde ne “tedhiş” ne de “terör” ile beraber anılmaz. Bu iki bağlamda anılmaması, Türk devletinin onu hafifsediği ya da bi nefret unsuru olarak kullanmak istemediği sonucunu çıkarmaz. Çünkü “tedhiş” ve “terör” o yıllarda günümüzdeki bağlamında kullanılmıyordu. Ağrı’dakiler zaten “şaki” idi, buna şüphe yoktu. “Terörist” sözcüğünün Kürtler için kullanılması henüz akıl edilemediği için Xoybûn’da aktif olanlar veya ona sempati duyanlar için de başka bir tanıma ihtiyaç vardı. Çok fazla uzağa gitmeye gerek duymadan örgütün isminden yola çıkarak bir suç-sözcük uydurulmuştu: Hoybunculuk. “Hoybuncu” olmak, idamla yargılanmayı gerektiren çok ağır bir suçtu. 
1937-38’de Dersim’deki Kürt isyancılar için de hiçbir biçimde Türk basınında “tedhişçi” veya “terörist” sözcüğü kullanılmaz. 




29 Haziran 1962- Cumhuriyet





İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türk basını, 60 ve 70’li yıllarda görünür olmaya başlayan Kürtler için çoğunlukla “komünist” veya “Kürtçü” sözcüklerini kullanmayı tercih etti. Zaten Soğuk Savaş zamanında “komünist” olmak suçtu, zira ayrı bir sıfata da ayrıca ihtiyaç yoktu. Özellikle 70’li yıllarda “terör”den ziyade “anarşi” sözcüğü kullanılır. Sol ve Kürt örgütlerin mücadelelerinde silah kullanmaları ile yeni kavramlar bulma ihtiyacı da hasıl olmuştu. 70’li yıllarda “militan”, “tedhişçi”, “anarşist”, “terörist”; PKK’liler için ise özel olarak “Apocular” sıfatı da kullanılıyordu. “Apocular”, PKK dışındaki kesimlerin isimlendirmesiydi ki, Türk basını da ara ara bu isimle onlar hakkında haberler yapacak, yazı dizileri hazırlayacaktı. 80’lı yıllarda da bu sıfatlara Türk basını ara ara başvuracaktı. 


Filistin davası mı, ‘terör’ü mü?

Kemalist basın, Filistin’deki Arap-Yahudi çatışmasında, günümüzdeki gibi Müslüman olmaları sebebiyle Filistinlli militanlara özel bir sempati beslemiyordu. Hem Osmanlıdan kalma “Araplar sırtımızdan hançerledi” propagandası o yıllarda etkiliydi hem de Araplar Kemalistlerin istediği derecede modern olmadıkları için aşağı görülürdü. Bu sebeple yabancı ajanslardan alınan haberlerin tercümelerinde Filistinliler için kullanılan “terörist” sözcüğü, bazen “tedhişçi” yapılır, bazen de olduğu gibi bırakılırdı. Bu durum, kaba hesapla 70’lerin sonuna kadar böyle devam etti. Filistin’e sol örgütlerin ilgi duyması ile beraber Türk basınının Filistin’e yaklaşımında da bazı değişiklikler olur. Örneğin CHP’nin hükümet olduğu 1979’da Türk basını, Filistinli militanların Ankara’daki Mısır Konsolosluğu’na yaptıkları baskında iki polisi öldürmelerine rağmen onlardan “gerilla” diye söz edecek; hatta CHP’li Başbakan Bülent Ecevit, Yaser Arafat’a teşekkür ederken CHP’li İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş ise yapılan pazarlık sonucu teslim olan Filistinli militanları sarılıp öperek karşılayacaktı. Tabii “gerilla” sözcüğünün o dönemdeki çağrışımı ile bugünkü çağrışımının da aynı olmadığını hatırlatmakta fayda var. Ankara’daki Mısır Konsolosluğu’na yapılan bu kanlı baskın sonrasında Necmettin Erbakan ise Filistinli militanları, “Ülkemiz, dışardan gelen teröristlerin cirit attıkları ülke haline geldi” açıklamasıyla “terörist” ilan edecekti. Özellikle 90’lardan sonra İslamcıların sömürü alanı hâline gelen “Filistin Meselesi”nde, bu kez antisemitik dalgayı kendi lehine çevirmek için Millî Görüş-AKP çizgisi, İsrail için bol keseden “terör devleti” kavramını kullanacaktı.                



12 Eylül darbesine kadar Türk basınının esas konusu ‘anarşi’ydi! 

1 Ocak 1980-Milliyet




80’lerde ‘bölücü’ daha çok rağbet görür

80’lerde, diğer örgütlerin silindiği veyahut Avrupa’da mültecileştiği yıllarda ise sahnede yalnız PKK vardır. Artık 70’lerdeki “anarşi” bitmiş, “bölücülük” gelmişti. “Bölücülük” için şiddet şartı da yoktu, Avrupa caddelerinde yürüyüş yapan bir Kürt de “bölücü” olabiliyordu veyahut PKK’ye muhalif başka bir Kürt örgütü de. 


90’larda artık Türk basınının amentüsüdür

90’lı yıllarda PKK’nin kitleselleşmesiyle orantılı olarak “terör” artık Türk basınının amentüsü haline gelecekti. Kürt dememek ve bu şekilde Kürtlere karşı ırkçılığı maskelemek için yeterince iş görüyordu, bu kavram. Söz gelimi Türk basını, 80’lerde Ermeni örgütü ASALA’dan söz ederken  “Ermeni terörü”, “Ermeni terörist” gibi ifadeleri kullanmakta sakınca görmezken; Türk devletinin inkar politikasında esnemeler yaşanması ile beraber PKK ile devlet arasındaki savaşta dil, bilinçli bir biçimde “Kürt” sözcüğünden olabildiğince arındırılacaktı. Böylelikle “Kürt” demeden Kürtlere karşı ırkçılık yapılacak ve dünyaya Türkiye’de Kürtlerin ırkçılıkla karşı karşıya olmadığı propagandası yapılacaktı.

90’lı yıllarda “terör”ü dilinden düşürmeyen Türk basını, doymak bilmez iştahıyla “töre cinayetleri”nden mülhem, çok zekice bir buluş olduğunu düşündüğü bir kelime daha uyduracaktı: “törerist”.


Sonuç niyetine

Türk basınının kelime hazinesinde “terör” ve “terörist” gibi sözcükler, 1930’lu yılların başından beri vardı. Uzun yıllar var olmalarına rağmen bir köşede duran bu iki kelime, özellikle 90’lı yıllar ile beraber aynı soykütüğünden olan diğer bütün sözcükleri adeta yuttu. 

Türkiye’de ırkçılık, devlet politikası olarak Nihal Atsız’ın savunduğu biçimiyle açıkça yapılmadı; çünkü tarihçi Mehmet Bayrak’ın dediği gibi “Türk devlet aklı gizli planda ‘itirafçı ve kabulcü’, açık planda ‘red ve inkârcı’ idi”. Devlet, gizli planda bir mühendis gibi bu ırkçılığın nasıl yapılacağını planlamış ve devreye sokmuştur ve “terör” söylemi de aslında bu ırkçılığı gizlemek için yapılan mühendisliğin ürünüdür. 


Bu yazı PolitikART'ın 295. sayısında yayımlandı

Bir cümlelik silah: Kürdistan sömürgedir

Foto: İbrahim Demirel 70’li yılların ikinci yarısında Kuzeyli Kürt örgütleri içinde sömürgecilik tartışmaları popülerdi. Ancak o günlerdeki ...