Ağrı'nın savaş muhabiri
- ’Vahşiler’, 'Şakiler' dediği Kürtlerin ne kadar ‘uygarlıktan nasibini almamış’, ‘cahil’, olduğunu okuyucuya inandırmak için ucuz hikâyeler uydurur. Akşam gazetesine yazdığı yazı ve aktardığı haberler bütünlüklü okunduğunda, gözü dönmüş Kürt düşmanlığının yanı sıra birbiriyle çelişen ifadeler ve hayal ürünü olduğu apaçık ortada olan kurgu ve düzmece hikayeler görürüz.
Trivial (eğlencelik) edebiyat, basit bir üsluba ve çabuk tüketilebilir özelliğe sahip, edebi değeri yüksek olmayan eserleri tanımlamak amacıyla kullanılan pejorativ bir kavramdır. Konu itibarıyla aşk, ölüm, savaş, macera, aile gibi konuları işleyen bu eserlerin satış ve okunma oranları çok yüksek de olabilir. Türk edebiyatında trivial edebiyatın en popüler yazarlarından biri Esat Mahmut Karakurt’tur. Bazılarının onun için ‘popüler edebiyat yazarı’ sıfatını da uygun gördüğü Esat Mahmut Karakurt, Ağrı Dağı İsyanı’nı konu aldığı romanı ‘Dağları Bekleyen Kız’ ile Kürt araştırmacıların yakından bildiği bir isimdir. Bu yazıda Karakurt’un mezkur romanı veya romancılığından ziyade ona ‘Dağları Bekleyen Kız’ romanını yazdıran gazetecilik sürecinden ve hem edebiyatta hem de siyasette görünür olduğu yıllardan bazı kesitler sunacağız.
’Dağları Bekleyen Kız’ romanı, aslında Esat Mahmut’un Ağrı Dağı’ndaki başkaldırı zamanında yaptığı muhabirliğin bir ürünüdür. Akşam Gazetesi için savaş esnasında yaptığı bu muhabirlik serüveni, ona şöhret kapılarını da aralar.
Daha Erzincan’dayken başlar
1930 yılının yaz aylarında Ağrı’da savaşın devam ettiği zamanlarda Akşam Gazetesi, bölgeden haber takibi için Esat Mahmut’u Ağrı’ya gönderir. Esat Mahmut henüz Erzincan’da iken Ağrı İsyanı hakkında yazmak için kolları sıvar! Zilan Deresi’nin kan aktığı 9 Temmuz’dan birkaç gün sonra henüz Erzincan’da iken şunu yazar: ‘’Vahşi denilecek kadar cahil olan bu Kürtlerin menfî fakat muntazam bir propagandaya tâbi tutuldukları, gerek yakalanan haydutların ifadesinden ve gerek yaptıkları esnada halka söyledikleri ipsiz sapsız cahilâne sözlerden anlaşılmaktadır.’’ (13 Temmuz Akşam gazetesi)
‘Dere bunların cesetleriyle kapanmış’
Sonrasında Erzurum üzeri Ağrı’ya ulaşır. 14 Temmuz’da Karaköse’den bildirmeye başlar. 16 Temmuz 1930 tarihli gazetede (Akşam) ‘Salih paşanın karargâhı’nda komutanlarla yaptığı görüşmelerden Zilan Katliamı’na dair edindiği bilgileri sevinçle aktarır: “Neticeyi söylemek için yalnız şu kadarını işaret edeyim: Zeylân deresinde yalnız bir müfrezemizin önünde tam bin kişi can vermiştir. Emelleri kendileri beraber toprağa gömülenlerin miktarı henüy [henüz] sayılmamışsa da 3000’den fazla olduğu kuvvetle tahmin ediliyor. Dere, bunların cesetleriyle kapanmış bulunuyor.”
Esat Mahmut, ’Vahşiler’, ‘Şakiler’ dediği Kürtlerin ne kadar ‘cahil’, ‘geri kalmış’, ‘uygarlıktan nasibini almamış’ olduklarını okuyucuya inandırmak için tez elden ucuz hikâyeler uydurmaya başlar. Akşam gazetesine yazdığı yazı ve aktardığı haberler bütünlüklü okunduğunda, gözü dönmüş Kürt düşmanlığının yanı sıra birbiriyle çelişen ifadeler ve hayal ürünü olduğu apaçık ortada olan kurgu ve düzmece hikâyeler görürüz. Esat Mahmut’un Ağrı’daki savaşla ilgili Akşam gazetesinde yayımlanan yazı ve haberlerin tümüne burada yer vermek mümkün değil ama bazı bölümlerini aktarabiliriz:
“Âsilere yardım ettikleri tahakkuk eden kızılbaşlar üzerinde ateş edildi, bunları da artık bombalayacağız.
Haber aldığıma göre Erciş mıntıkasında yanan köylerin miktarı 200’den çoktur. Tayyareciler geçenlerde düşürülen bir tayyaredeki arkadaşları için burada küçük bir abide yapmak istiyorlar.” (17 Temmuz 1930 Akşam gazetesi)
Esir alınan askerin anlatımları
Aynı günün gazetesinde (17 Temmuz 1930 ) Kürt savaşçıların esir alıp serbest bıraktığı bir onbaşının, İhsan Nuri’ye ilişkin anlatımlarını ise şöyle aktarır: “Atları ve silâhları çok. İhsan Nuri’yi de gördük. Pantolonunun yanları kırmızı zırhlı, paşa elbisesi giyiyor. Ona kürtler paşa diyorlar. Şapkalarında yıldızlar, işaretler var. Bunlar Ağrı dağı gösteren işaretlerdir.’’
Esat Mahmut’un aktarımları katliamın güncesi gibidir: “Zeylan Deresine gömülmekten kurtulanlar Van hududunda yakalanmış, Van havalisinde ve Çaldıran’ın şimalinde kaçakçıları saklamak isteyen köyler cezalandırılmıştır.
Bu suretle Ağrı Dağı müstesna olmak üzere bütün şark hududumuz mikroplardan ve müfsitlerden kurtulmuş bulunuyor.” (19 Temmuz 1930 Akşam)
“Dağ yamaçlarındaki tahassungâhları bombalarla tahrip edilen şakiler, şimdi aileleriyle beraber dağın muhtelif zirvelerine dağılarak kayalar arasındaki koğuklara sığınmağa çalışmakta, fakat havadan açılan müessir mitralyöz ve bomba ateşi karşısında muvaffak olamamaktadır.” (21 Temmuz 1930 Akşam)
“Bu adamlar o kadar vahşidirler ki daha hayatlarında bir şehir görmemişler, bir arada oturup yemek yememişler, ömürlerinde bir defa yıkanmamışlar, üzerlerine bir ceket giymemişler. Hepsinin başlarında bir keçe külah, sırtlarında ham bir koyun derisi vardır.” (27 Temmuz 1930 Akşam)
“Meselâ siz doktorsunuz, arkadaşınız avukat, öbürü gazeteci, bunlar da eşkıya!.. Ağrı kürtlerinde adam öldürmek, adam soymak bir meslektir.
Din hakkında esaslı fikirleri yoktur. Müslüman olanların hepsi şiidir. Kızılbaşlar ise doğrudan şeytana tapıyorlar. Yedikleri, geçenlerde yazdığım gibi çiğ keçi eti ile bir avuç bulgurdur.
Çok merhametsizdirler. Bilhassa bu noktada durmak lâzım. Değil erkeğinin 15 yaşında bir kızın eline öldürülecek bir adam teslim edin, size elleri titremeden parçalayıp iade eder !…
Bu dağlarda oturan bütün insanlardan bir fert, daha şimdiye kadar devlet, memleket için müfit bir uzuv olmamışlardır. Nüfusa dahil değillerdir, askerlikle alâkaları yoktur. 200 seneden beri devlete on para vergi vermemişlerdir. Elhasıl bunların hepsi vatan için bir ot parçası kadar faydalı değildir!..
Buna mukabil her sene bir mesele, her gün bir cinayet, her ay bir akın!..
Tayyare seslerini işittikleri zaman vahşi hayvanlar gibi bağırarak kayaların altına kaçan bu adamların imhasını bir gün meselesi olarak bekleyiniz.” ( 28 Temmuz 1930 Akşam)
“Halk yerin altında açılmış çukurların içinde yaşar. Bu çukurlar bir aile ocağı değil, bir mikrop yuvasıdır. Bu oyuklar kısım kısım ayrılmıştır. Bir kısmında inekler, diğer kısmında koyunları bekleyen büyük çoban köpekleri ve bir üçüncü kısımda da ev sahipleri yatarlar. Yıkanmak, traş olmak, temizlenmek gibi hususat mevzuubahs bile değildir.” (30 Temmuz 1930)
Esat Mahmut’un aktarımları bazen ismi ile, bazen ‘Hususî mubarimizden’ mahreci ile bazen de mahreçsiz yayımlanır. Birbiriyle çelişen, kurgu olduğu çok açık olan akıldışı birçok olay anlatır. Söz gelimi Kürtlerin yazıdan, medeniyetten habersiz insanlar olduğunu yazarken bir başka yerde ‘Şakilerin Kürtçe beyanname neşrettikleri’ bilgisini verir. (29 Temmuz 1930 Akşam)
Ağrı macerasından birkaç yıl sonra ‘Dağları Bekleyen Kız’ romanını yazmaya başlar. Roman ilkin Akşam gazetesinde tefrika edilir. Akabinde kitap halinde yayımlanan bu roman ona ün de kazandırır. Romanı filme de çekilir. Sonraki yıllarda avukatlık ve öğretmenlik yapacak olan Esat Mahmut Karakurt, 1954-1960 yılları arasında Urfa’dan milletvekili olur. Hacı Bedir Ağa’nın Demokrat Parti’den 3 dönem Mersin Milletvekilliği yapmış oğlu Hüseyin Fırat, Mersin’de meydana gelen bir olaydan sonra TBMM’de 18 Ocak 1960 tarihli celsede; ’Aziz arkadaşlarım, Urfalı Mahmut, sekiz adamı ayrı ayrı zamanlarda bıçakla yaralamaktan sabıkalı Urfalı bir zavallı’ diye bahseder ondan.
Nihal Atsız’ın unutmadığı Kürtlüğü
Yıllar sonra, Ağrı’daki isyana önderlik yapan Halis Öztürk (Demokrat Parti) ve isyancılara ‘vahşiler, mikroplar’ diyen Esat Mahmut Karakurt (Cumhuriyet Halk Partisi) farklı partilerden mebuslar olarak 10. (1954-1957) ve 11. (1957-1960) dönem meclisinde beraber yer alırlar. Sonraki yıllarda ikisinin adı bir yazıda da yan yana gelir. Türk ırkçısı Nihal Atsız 1966 yılında yazdığı yazısında ‘Türk Devleti şimdiye kadar bunları kendisinden ayrı tutmamış, onlara her makamı vermiştir’ diyerek meclisteki Kürt mebusları sıralarken, Ağrı İsyanı’na önderlik yapmış Halis Öztürk ile Ağrı İsyanı’nda muhabirlik yapmış olan Esat Mahmut Karakurt’un da adını verir. ‘Türkiye’nin en büyük romancısı’ Esat Mahmut Karakurt, sadık bir Türk olarak yaşasa da ırkçı Nihal Atsız’ın radarına yakalanmaktan kurtulamaz. Şöyle yazar Nihal Atsız; “Atatürk çağının Milli Eğitim Bakanlarından Vasıf Çınar ile İstiklal Mahkemeleri Başkanı Ali Saip Ursavaş kürttü. Fakat bunların aklına Türklükten ayrı kürtlük diye birşey gelmiyordu ve Atatürk çağında böyle bir şey akla gelemezdi de. Atatürk ortalığa bir “Türklük Dehşeti” saçmıştı. Bu sayededir ki kürt olan Ali Saip, İstiklal Mahkemelerinde birçok asi kürdün idamında büyük rol oynamıştı. Demokrat Partinin ileri gelenlerinden Kasım Küfrevi ve Ağrı Mebusu Halis Öztürkde kürttüler. O zamanın Milli Eğitim Bakanlarından Celal Yardımcı’nın da kürt olması kuvvetle muhtemeldir. Çünkü Kayseri Cezaevinde kendisini lider tanıyan bir iki Türk mebus bulunduğu gibi mahbusluk hayatında kürtçe öğrenmeye başlaması da mim konulacak noktalardandır. Bugün de partilerin çoğunda kürtler bulunmaktadır. Yeni Türkiye Partisi’nin bir süre önce ölmüş bulunan mebusu Mustafa Ekinci ile Yusuf Azizoğlu kürttür. İkisi de kürt milliyetçisidir. Yine aynı partiden Muhlis Görentaş da milliyetçi kürtlerdendir.
Halk Partisinden Cihat Baban ve Esat Mahmut Karakurt kürttürler.
Adalet Partisi’nden Devlet Bakanı Cihat Bilgehan ile Gümrük ve Tekel Bakanı İbrahim Tekin de kürt asıllıdır.
Kürtlere büyük millet meclisi dışında da rastlamak mümkündür. Prof Şükrü Baban ile Prof. Abdulkadir Karahan ve Yassıada Komutanı Tarık Güryay, kürttürler.” (Ötüken dergisi, 30 Nisan, 1966 Sayı: 28)
Atsız’ın nazarında ‘Kürt’, bir millet ismi olmayı hak etmediği için özel isim olmayı da hak etmiyordu. Bu nedenle ‘Kürt’ün baş harfini hep küçük harfle yazardı; ‘kürt’. Bir millete özgü isimden ziyade bir sıfattı onun için Kürtlük. Karakurt’un Ağrı’daki muhabirliği esnasında Kürtler için kullandığı ’vahşi’, ‘cahil’ gibi bir sıfattı.
Atsız için Halis Öztürk de, Esat Mahmut Karakurt da ‘kürttür’, Esat Mahmut Karakurt’un devlete olan bağlılığının da, romancılığının da o anda Atsız için bir önemi yoktur. Osmanlı Devleti zamanında Şûrâ-yı Devlet üyesi olan Urfalı Mahmut Nedim Bey’in İstanbul’da doğan (1902) oğlu Esat Mahmut, her ne kadar Kürtlere düşmanlıkta Atsız’dan geri kalmamış ve hiçbir zaman ‘Kürt’ olduğunu söylememişse de Nihal Atsız tarafından ‘kürt’ olduğu deşifre edilmiştir.
Bu yazı PolitikART'ın 293. sayısında yayımlandı
Keine Kommentare:
Kommentar veröffentlichen