Donnerstag, 26. Oktober 2017

'Roman sabrın ve dinginliğin ürünüdür'


Kürt edebiyatında trajik durumlar var


  • Bizim bütün poetikamız siyasidir. O yüzden, edebiyatı bir propaganda aracı kullanma hastalığına kapıldık. Oysa, Kürtçe okuma ve yazmanın kendisi bile zaten siyasi bir tercih ve duruştur. 
Kürtçe edebiyatı bilhassa romanı son yıllarda tabiri caizse bir değişim sancısı yaşıyor. Bu değişimin niceliksel ve niteliksel muhtevası birçok açıdan ele alınabilir ve tartışılabilir. Bu değişimin düzeyini ortaya koyacak, ona ivme kazandıracak alanların başında eleştiri geliyor. Bir döneme kadar ‘Kürtçe yazmak’ başlı başına ‘övgü’ konusuyken günümüzde Kürtçe/Kurmancî yazında yazarın ve okurun olgunlaşmasıyla beğeni çıtası da yükseldi. Eleştiri alanında ön açıcı olan süreli yayınlar ve kitaplar son yıllarda kendine yer buldu.
Yazar ve akademisyen İbrahim Seydo Aydoğan’ın iki ciltlik eleştiri ve inceleme kitabı ‘Guman’ bu alanda sözü edilmeye değer bir çalışma. Yine Ramazan Alan ve Ergin Öpengin’in hazırladığı içinde modern Kürt edebiyatı üzerine eleştirel makalelerin bulunduğu Peywend yayınlarından çıkan ‘Tîr û Armanc’ kitabı farklı pencerelerden Kürt/Kurmancî romanını ele alıyordu. Bu arada ‘Wêje û Rexne” ve “Zarema” dergileri de eleştiri alanında yeni adresler oldu. 
Aynı zamanda uzmanlık alanlarından biri Kürtçe romanı olan İbrahim Seydo Aydoğan ile roman sanatını, Kürt/Kurmancî romanın bugününü, yaşadığı sancıları, yazarın kendi ruhunu mu okuyucunun ruhunu mu terbiye etmesi gerektiğini, yazarın akademik bir çalışması olan ‘Guman’ı merkeze alarak konuştuk. Aydoğan röportajda, okuyucularına daha önce duyurusunu yaptığı ‘Komediya Kurdistanê’ romanının da 2018’in sonuna kadar yayınlanacağı müjdesini veriyor. 
           
Modern edebiyatta ‘ilk roman’ tartışmalarına ilişkin halen de kesin bir yargı yok. Bazı kesimler edebiyatın ilk romanı olarak Japon kadın yazar Murasaki Shikibu’nun 11 yy. başlarında yazdığı Genji Monogatari’yi (Prens Genj’in hikayeleri) kabul ediyor. Bu bağlam üzere romanın gelişimini ve roman sanatını edebiyatta ilk kılan hususları biraz açabilir misiniz?
Roman dediğimiz edebi üretim, veya edebi tür, diğer türlerden farklı bir gelişim izleyerek gelişmiş ve dolayısıyla onun tarihini de özgün bir tarih olarak ele almak lazım gelir. Eğer romanı manzum eserlerin, yani şiirin, karşı ve farklı bir alanda gelişen anlatımı olarak ele alırsak ilmi bir yanılgıya düşmüş oluruz. Epik sözlü ürünlerin ve sözlü halk öykülerinin romanın arketipleri ve de ilk kaynakları olarak düşünülmesi bana anlatı diyalektiği açısından daha mantıklı ve doyurucu geliyor. Derwêşê Evdî öyküsünü ya da Memê Alan’ı bilmeden ve değerlendirmeden roman yazmak mümkün gelmiyor bana. Roman yoktan varolmadığı gibi, diğer türlerden de tamamen bağımsız değildir ve bu özelliğine göre değerlendirilmelidir.
Romanın ve genel olarak “anlatı sanatının” bir diyalektiği vardır. Oysa, edebiyat tarihinde ilkler, popüler bir edebi kültür yaratmak isteyenlerin çok sevdiği bir değersizleştirmedir. Bu “ilk” kavramı işte böyle sorunlu yaklaşımlar da ortaya çıkarabilmektedir. Epik sözlü anlatıların hepsi birer romandır; tıpkı nesir kullanımının küçük görüldüğü ortaçağda “mesnevilerin” aldığı rol gibi. Bu iki anlatım tarzının romanla bağlantısı kurulmadan, romandan bahsedilmesini yüzeysel bulmaktayım. Çünkü romanı roman yapan da, işte bu çoklu kökenden istifade etmiş olmasıdır. 
İlk yazılan romanlar, Avrupada’da hep manzum şeklinde olmuştur ve daha çok destanların ve sözlü kültür öykülerinin yazıya geçirilmesi olarak şekil bulmuştur. Ancak, 13. yüzyıldan itibaren düzyazı da kullanılmaya başlamıştır; her ne kadar pek itibar gören bir tür olmasa da. O sebeple, ne zaman ve ilk kimin tarafından yazıldığı pek önemli olmasa da, modern romanın yazılımı, yani etki edebilecek ve günümüz romanını yönlendirebilecek romanın doğuşu Don Kişot’un yazıldığı tarihtir. Ama türleri şekil üzerine değerlendirmekten yana değilim ben. Yoksa, günümüzün birçok romanını atmak zorunda kalacağız; çünkü, çoğu artık klasik anlayış üzerinden yazılmamaktadır. İlkleri sorarsanız; edebiyat hep ilktir; her yazan ilk yazar, çünkü yeni bir biçim ve yeni bir biçem getirir. Etkisi olursa da, edebiyat tarihine yazılır. Tabii ki, herkes Dostoyevski ya da Kafka değildir. 

Yine birinci soruya paralel olarak sizin ilk Kürt romanı Ehmedê Xanî’nin ‘Mem û Zin’ eseri olabilir, öneriniz var. Bunu da Georg Lukács’ın roman sanatına ilişkin fikirlerine ve postmodern çağın klasik roman kalıplarını ve tekniğini aşındırmasına dayandırıyorsunuz? Mesnevi tarzında yazılan bir eser nasıl ‘ilk roman’ olma özelliği taşıyabilir?
Aynen ilk soruda yaptığım hatırlatmalara dayanarak, romanı biçim üzerinden değerlendirmenin yanlış olduğunu düşünüyorum. Roman dediğimiz nedir ki? İlle de düzyazıyla, yani nesirle mi olması gerekiyor? Eğer öyleyse, günümüzde yayınlanan birçok roman bu kalıba girmemektedir. Bunlardan bazıları Cormac Mc Carty ve Elfried Jelinek’in yazdığı romanlardır, -ki bunların çoğu zaten uluslararası roman ödüllerinin en büyüklerini almışlardır. Eğer, nesir veya düzyazımlı roman saplantısını aşarsak; mesnevinin sadece bir şekil olduğunu ve günümüz modern romanının da bütün özelliklerini, tasvir, olaylar silsilesi, kahramanlar, diyaloglar, psikolojik çözümlemeler, kurgu gibi unsurları ustalıkla kullandığı görülür. Tek farkı, dönemin adeti olan kafiye ustalığı idi. Zaten o yüzdendir ki ağır aruz kalıpları ve şiirin kafiye zorunluluğu da mesnevilerle tamamen kırılamamış olsa bile, mesnevi türünün nesir anlatmının önünü açtığını düşünmek hiç de yanlış olmaz. Çünkü mesneviler, klasik edebiyatın uzun hikayelerin anlatımı için özgün türüdür. Kısacası, mesneviler klasik edebiyatın tek anlatı şekli olmasıyla, modern nesir romanının doğuşunu hazırlamıştır.

Kürtçe çevirisini yaptığınız Orhan Pamuk’un ‘Saf ve düşünceli romancı’ kitabında, Pamuk romancılığı için şöyle diyor: ‘Roman yaza yaza başkalarının yerine kendimi koyarak ruhumu otuz beş yılda terbiye ettim.’ Sizin de sürekli eleştirdiğiniz hususlardan biri de Kürt romancılarının romanlarında kendilerini anlatmaları ve romanlarının bir yerde gerçek yaşamlarının birer izdüşümden ibaret olması. ‘Kendini anlatma’ ile ‘kendisi başkasını yerine koyarak anlatma’ arasında çok belirleyici bir fark var mı?

Öncelikle, edebiyat bir anlatı ihtiyacından doğmaktadır, ki sözün kendisi de aynı ihtiyaçla değerlendirilebilir. Oysa, kendi içselinde edebiyat bir hileden ibarettir. Gerçek dünyanın tıpkısı iması verme oyunudur bu. Dünya ve yaşam gözlemlerimizdir bizi iyi romancı yapan ve aynı zamanda ruhumuzu da terbiye eden. Roman, her ne kadar bir anlatı ve üretim alanı olsa da, aynı zamanda bir gözlem ürünüdür de. 
Kitabımda da bahsettiğim gibi, işte tam da bu yüzden, her iyi romancı da onu felsefeye götüren, derin gözlem ve yorumlardan edinilen hayat izdüşümleri vardır. Roman, sırf hikaye olsun ya da eğlence olsun diye yazılmaz ki. İyi ve kalıcı romanı benim Guman’da bahsettiğim “beradayî” yani “gereksiz ve anlamsız” romanlardan ayıran da işte tam da bu “derinlik” özelliğidir. Ben hiçbir romana yazarından ötürü “beradayî” demedim ki. Ama yazardaki derinlik de biraz romandaki derinliğe etki ediyor tabii ki. Zaten, eleştiri ve tartışmalarımızın seviyesi beni çoğunlukla korkutuyor. Herkes biraz kendini anlatır elbette, çünkü kendisi o gözlemlediği hayatın tam da merkez noktasındadır. O yüzden edebiyatçı ve sanatçıların egosu biraz fazla gelişmiştir, ama zamanla o ruhi terbiyeden geçerek bu egonun evcilleştirilmesi gerekiyor. İdeal kahramanlar, genelde ya yazarın kendisidir, ya da yazarın kendisi olduğunu sandığı kişidir. Firat Cewerî’nin romanları buna en uygun örnektir. Her karakterinde çok belirgin bir “ben bilirim” ve “ben özel”im var ki, yazarın resimlerinde verdigi pozlar onun belki de okumadan yüzeysel bir “Ecce Homo” yansıması olduğunu gösteriyor. “Nihilist” demiyorum, dikkatinizi çekerim, çünkü nihilizm bir felsefi derinlik gerektirir, oysa örnek verdiğim yazarın romanlarında belirli bir gözlem derinliği göremedim.

Guman 2 kitabınızdaki ‘Kürt edebiyatında erkeklerin romanlarında kadın kahramanlar’ makalenizde ilk kez Kurmancî’de bir kadın tarafından yazılmış roman olarak  Zarife Demir’in ‘Kela Bilind’ kitabı geçiyor. Fakat aynı makalede başka bir Kürt kadın yazar Gulgeş Deryaspî’nin bir söyleşisinde kendisinin ilk kadın romancı olduğunu böyle söylemesinin de aslında ne Zarife Demir’in romanından ne de o romanın yayımlanmasından bir yıl sonra sizin roman hakkında yayımladığınız makaleden haberdar olmamasına bağlıyorsunuz. Bu konuyu şunun için dile getirdim, Kürt yazarlar gerçekten birbirinden bu kadar bihaber mi? 

Bu asla ve asla Kürtlerin içinde bulunduğu siyasi koşullarla anlatılacak bir durum değildir. Münferit de değil ne yazık ki. Yazarlarımız Kürt yazın dünyasından habersiz yaşamayı ve kendi özel balonlarına sıkışıp kendilerinden bahsedilmesini beklemeyi tercih ediyorlar genelde. Bir edebiyat dergisi takip etme kültürü bile yok çoğunda. Öyle olmasaydı, kendisinden çok önce roman yazmış olup da ismi ayrıca edebiyat eleştirisinde sıkça geçen birinin kadın romancılar ya da romanda kadın kahramanlar üzerine yaptığı bir incelemeyi okumaması düşünülemez bile. Üstelik bu incelememi İstanbul’da yayınlanan Zend dergisinde yayınlamış olmam ve yazımın konusunun kapaktan verilmiş olması ve Kürt basınında da o sayının tanıtımının yapılmış olması durumu daha da vahimleştiriyor.
Kürt edebiyatında daha trajik durumlar da var; bu sadece en alışık olduğumuz durumlardan biri. Kimse anlamaz deyip, kod isimlerle kendisiyle röportaj yapıp gazete ve dergilere yollayan bir Lokman Polat fenomenimiz de var ki aynı şahıs kod isimlerle kendi romanları üzerine güzellemeler yazabilecek kadar ilerletmiştir işi. Kendisinden başkasına bakmayan, başkasının ne yaptığıni ve ne bildiğini de bilemez. Lokman Polat ve Firat Cewerî kendilerini çok önemli yazarlar saymaktalar ve hatta Firat Cewerî’nin Nobel edebiyat ödülü alabileceğini düşünüp onun hayaliyle yaşadığını bilmek durumumuzu daha da vahimleştiriyor. Ama tabii bu örnekler en marjinal örneklerdir.

Kitabınızda eleştirdiğiniz yanlardan biri de Kürtçe/Kurmancî romanlarda kahramanların çok fazla idealize edilmesi ve bunun da romanların kalitesini zayıflatan bir husus olduğu. Kürtçe’nin yazarları özellikle romanlarında ‘öğretmen’ rolüne soyunuyor ve okuyucularını da ‘ruhları terbiye edilmesi gereken öğrenciler’ olarak görüyor. Bu ‘idealizasyon’ ve ‘terbiye etme isteği’ halen de etkili mi yoksa bu hususlar kısmen aşıldı mı?

İdealizasyon, edebiyat üremini siyasi bir eylemsellik olarak algılamamızdan gelmektedir. Bizim bütün poetikamız siyasidir. O yüzdendir ki edebiyatı bir propaganda aracı kullanma hastalığına kapıldık. Oysa, Kürtçe okuma ve yazmanın kendisi bile zaten siyasi bir tercihe ve duruşa dayanıyorsa, ilk etapta yazarın kendisine bir siyasi öncü rolü biçmesi tamamen doğaldır; ama bunun hep böyle kalmasıdır doğal olmayan. Ruhu terbiye edilmesi gereken, aslında yazarın kendisiydi, okuyucu değil. Edebiyatımız yazarların psikolog divanına yattığı mekan oldu bu anlamda. Zaten son on yılda daha etraflı okumaları ve daha derin gözlem yeteneği olan yeni kuşak yazarların ortaya çıkmasıyla, özellikle de Rus edebiyatı mirasının Sovyet Kürtleri üzerindeki etkisinin Türkiye Kürtlerine ulaşmasıyla bu durum kısmen de olsa aşılmış görünüyor. Egîdê Xudo ve Lokman Ayebe’yi bu anlamda beğendiğimi söylemeden geçemeyeceğim. Bir gün bizim de Kafka’larımız ve Haruki Murakami’lerimiz de olacak. Sabırla ve bazen de eğlenerek yazarlarımızın bu gelişimini izliyorum.

2016 yılında 3’ü çeviri olmak üzere 29 yeni romanın basımı yapıldı (Bu sayı benim elde ettiğim bir sayı) Bu yıl ise şimdiye kadar 3’ü çeviri olmak üzere 10 roman yayımlamış. Sizin bir makelenizde 2010 yılına kadar yayımlanan Kürtçe/Kurmancî roman sayısı 200 diye geçiyordu. Son yıllarda niceliksel ve niteliksel olarak Kürtçe roman nerde duruyor, nasıl bir seyir izliyor?

İlginç olan, üretimin son 15 yıldır aynı seyirde olmasıdır. Siyasi gündemden zaman oldukça edebi üretim elbette artacaktı. Yoğun savaş gündeminin içinde, Kürtçe yazın dünyası sürekli baskı altında tutuldu. Her Kürtçe kitap biraz da gerillanın elindeki kalaşnikof gibiydi. Silahtan arta kalan zamanda edebi üretim artıyordu. Kürtlüğün ve Kürtçenin devlet nezdinde kriminallik imajından kurtulup normalleşmekte olduğu ve siyasi kazanımların olduğu dönemlerde, bu üretimin artması kaçınılmazdır. Ama nitelik olarak, çok belirgin bir ilerleme kaydettiğimizi söyleyemem.
Popüler bir kaç yazarımız var, Firat Cewerî ve Jan Dost gibi, ikisi de ne yazık ki basit ve yüzeysel yazan romancılardandır. Ama diğer yandan Ciwanmerd Kulek ve Lokman Ayebe gibi farklı üretimlerde ve daha derin anlatılarda bulunan yazarlarımız da var artık. Bir de Renas Jiyan var ki, şiirde kendisini oldukça beğensem de, romandaki derinliği şiirle ve sembolizmle karıştırması, onun henüz şiirsel anlatıdan kurtulamadığını gösteriyor. İlgiyle takip ediyorum. Kürtçe olabildiğince çok yazılmadan gelişemez, ama burada yayıncılarımızın biraz daha seçici olmaları bu ilerleme sürecine katkı sağlacaktır. Ancak, bildiğim başka bir şey de var ki, iyi romancılar hep kötü şairlerden çıkmıştır; şiir de hep romanı kıskanmıştır. Bunu özellikle söylüyorum, çünkü şiir mücadelenin dilidir, ama roman dinginliğin ve sabrın ürünüdür. O yüzdendir ki hepsinin tarihinden istifade etmiş ve bugün de kuralsız ve pervasızca hepsinden alma ve kullanma özgürlüğü sayesinde ayakta kalabilmiştir. Romanın kendini dar kalıplar arasında sıkıştırmaması ve kuralsızlığı onu geleceğe taşıyacak ve diğer türlerin de yok olmasına sebep olacak özelliğidir. Ama iyi roman, diğer sorulara verdiğim cevaplarda belirttiğim gibi, sadece gündelik hayata ve özellikle de insana bakmayı ve görmeyi bilen yazarlarca yazılıp geleceğe ulaşacaktır. Çünkü, insan dediğimiz şey hayatın da romanın da merkez noktası ve ana konusudur. Gerisi ise yok olup unutulacaktır. 

Özellikle son beş yılda, İspanyolca, Almanca, İngilizce, İsveççe ve Fransızcadan farklı eserler Kürtçeye çevirildi. Çeviri alanındaki bu canlılığı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Aynı sahip çıkma ve Kürtçenin geleceği için işe yarama kaygısı, zamanla iyi ürünler verecekti elbette. Mustafa Aydogan’ın Türkçeden çevirileri, Ciwanmerd Kulek’in İngilizceden çevirileri dikkatimi çekmektedir. Özellikle dil ve edebiyat eğitimi alan yeni kuşağın çeviriye yönelmesini memnuniyetle izliyorum. Bu ürünler şimdi belki hemen değil ama ileride çok etkili olacaktır ve üzerlerinde ciddi inceleme çalışmalarının faydalı olabileceğini düşünenlerdenim. O sebeple, bu yıl master seviyesindeki bir öğrencimi özellikle böyle bir incelemeye yönlendirdim ki Kürtçe çevirilerin daha iyi anlaşılması için bir inceleme olsun elimizde. 

Sanki dünya durmuş ve herkes bu romanımı bekliyormuş gibi


Sizin de Kürtçe’de iki romanınız var. Reş û Spî 1999 yılında, ikinci romanınız Leyla Fîgaro ise 2003 yılında yayımlandı ki dönemine göre de farklı bir teknik ve üsluba sahipti. Yeni bir roman yazma fikriniz var mı ya da şu an üzerinde çalıştığınız bir roman?
Evet, haklısınız; iki romanımdaki anlatı teknikleri farklıydı, ancak ben bunu kişisel gelişimimin bir yansıması ve de yazın çalışmalarımın devamlılığı olarak düşündüm hep. Leyla Fîgaro ilk romanımdan ve hatta ikisinin arasında yazmış olduğum “Hezkiriya Xwedê” isimli öykü çalışmamdan asla bağımsız değildir. Zaten son romanım da bunu daha iyi gösterecektir. Sizin de bahsettiğiniz “Guman” isimli iki ciltlik çalışmam ve doktora araştırmam biraz ara vermeme sebep oldu. Ancak, uzun bir süredir elimde olan ama hem akademik hem de siyasi uğraşılarımdan dolayı bitirmeye zaman bulamadığım bir romanım var. 
Kürtler birçok işi aynı anda yapar ve birçok hayatı tek hayata sığdırmaya çalışırlar. Ben de çok yönlü çalıştığımdan, üstüne hayatın sorunları da eklenince, son beş yıldır erteleyip duruduğum ve daha önce de anonsunu yaptığım “Komediya Kurdistanê” isimli romanımı 2018 sonuna kadar bitirip yayınlatmayı düşünüyorum. İlk iki romanımdan daha eğlenceli, daha derin ve daha olgun diyebilirim sadece. Bir roman için 15 yıl çok değildir, çünkü benim onu yazacak ruhsal olgunluğa erişmek için belki 40 yaşını aşmam gerekiyordu ve bir o kadar da belki yaşamam gerekiyordu. 
Roman bir hayattır, gerçek olmasa da kendisini öyle dayatıp inandırması gere
kir. Bir çocuğun yalanları da her zaman yaşlılarınkinden daha az inandırıcı oluyor. Ruhu terbiye ederken, içindeki çocuğu ve masumiyeti de korumak gerektiğine inananlardanım. Yazmanın sadece ideolojik bir uğraşı değil, aynı zamanda çocuğun bir oyuncağı olduğunu da bilip, yazarken çok eğleniyorum. Ama hep en iyisini yazmak, eşsizliği bulma hırsından dolayı, her cümleyi yeniden nakış gibi işlemeli, her kelimeyi görmeli romancı. Çünkü romanda hiçbir şey tesadüfen ya da öylesine konulmaz, ilk romanımdan bu yana hep bu anlayışıma sadık kalıp romanı ciddi bir iş olarak gördüm. Komediya Kurdistanê romanımı yıllardır hep yeniden okuyup aynı sabır ve ciddiyetle çalışıyorum, sanki dünya durmuş ve herkes bu romanımı bekliyormuş gibi. Bunun böyle olmadığını elbette ki biliyorum; ama öyle olduğuna inanmak hoşuma gidiyor.

Bu söyleşi 25 Ekim 2017 tarihinde Yeni Özgür Politika gazetesinde yayımlandı

Sonntag, 8. Oktober 2017

Ez xeyalan difiroşim...

Xeyalfiroş’un tılsımı

  • Xeyalfiroş, kasetçalarların halen dolaşımda olduğu dönemlerde özellikle öğrenci evlerinin vazgeçilmeziydi. Xeyalfiroş, Hakan Can’ın çıkardığı tek albümü oldu. Şimdi yeni hazırlıkları var. 



Xeyalfiroş ile Hakan Can 90’lı yılların sonlarına doğru Kürt müzik dünyasına güçlü bir giriş yaptı. ’Kom’ların modern Kürt müziğine damgasını vurduğu bir dönemde Xeyalfiroş gibi solo bir albüm hem içeriği hem tarzıyla var olanlardan biraz farklıydı. Farkı ise farklı tınılar ve ritimlerle her şarkıda hem bireysel hem de toplumsal olana dair varoluşsal sorunlara Kürtçe ile hitap etmesiydi.
Kasetçalarların halen dolaşımda olduğu bu dönemlerde özellikle öğrenci evlerinin vazgeçilmeziydi Xeyalfiroş. Zaten Hakan Can kendisine “senin müziklerinle büyüdüm, müziğe senin müziklerini dinleyerek başladım“ diyen birçok genç müzisyen tanıdığını söylüyor.
Xeyalfiroş kasetinin her bir şarkısı hala dinlenilir, dinleyeni hayatının bir döneminden yolculuğa çıkartır. Xeyalfiroş, Hakan Can’ın çıkardığı tek albümü oldu, müzik hayatına bir biçimiyle devam etse de yeni albüm yapmadı.
Şimdi İsviçre’nin Zürich kentinde yaşayan sanatçı birçok dilde şarkılar seselendiren Stimme der Farben/ Renkerin Sesi korosu ile müzik hayatına devam ediyor. Hakan Can ile Xeyalfiroş albümü ve müzik hayatı hakkında konuştuk.

İlk olmanın bedelleri var
1998 yılında çıkan albümün ortaya çıkış serüvenini şöyle anlatıyor: “Xeyalfiroş albümünün ilk çalışmaları 95-96 yıllarında, konservatuarda öğrenciyken başladı. O yıllarda Kürt müziğinde bazı boşluklar olduğunu düşünüyordum. Özellikle armonik müzik açısından büyük eksiklikler vardi. Kürtçe armonik müzikle uğraşan sanatçı sayısı bir elin parmağını geçmezdi. Bu nedenle; o dönemlerde Kürtçe bestelerimi yapmaya başladım, konserler verdim.“
Albümün ortaya çıktığı dönemde yarattığı etkiyi ve yankıyı ise, “Doğrusu ilk dönemlerde müziğimi insanlara anlatmak pek kolay olmadı. Var olan Kürtçe müziklerden hem yapı hem de tema olarak farklıydı. Anlaşılması biraz zaman aldı ama ne mutlu ki; onca yıl sonra şarkılarım güncelliğini koruyor ve dinleniyor. İlk olmanın bedelleri var, öyle değil mi?“ sözleriyle değerlendiriyor.
Xeyalfiroş için kimi müzikseverler ‘hak ettiği değeri görmeyen’ yorumunu yapıyor. Bu tespit için Hakan Can şöyle diyor: “Değer derken, çok kişiye ulaşmak, çok para kazanmaksa, evet. Ama müziklerimin sevilmesi, takdir görmesi ise, hayır. Çünkü müziklerimi seven dinleyicilerim, gerçekten de seviyor. Yıllar geçse de insanlardan güzel şeyler duymak; beni mutlu eden bu. Ayrıca bana; ‘senin müziklerinle büyüdüm, müziğe senin müziklerini dinleyerek başladım’ diyen genç müzisyenler tanıyorum.“

Çalışmalarım hep sürdü
Hakan Can’ın ismi Xeyalfiroş’tan sonra pek duyulmadı müzik dünyasında. Bu yıllarda insanlar, “acaba müzikten el etek mi çekti?“ sorusu oluştu. Hakan Can, “Hayır, Kürt müziğinden el etek çekmedim aslında, çalışmalarım hep sürdü. Fakat hayat zor, müziğin farklı alanlarında da çalışmalıydım. Bu nedenle albüm yapmadım ama çalışmalarım hep devam etti. Ayrıca şu anda teknoloji çok gelişti. Yeni çalışmalarımın da olduğu konser kayıtlarımı dinlemek isteyen arkadaşlar, Hakan Can youtube ve facebook kanalımdan takip edebilirler“ yanıtını veriyor.
Başka bir Kürtçe albümle Hakan Can’ı aramızda görebilir miyiz sorusuna ise “Yakın bir tarihte olmasa da, biriktirdiğim çalışmalarımı bir albümde toplayacağım“ diyor.

Başarılı müzisyenler çıktı
Hakan Can, Kürt müziğinin şimdiki durumunu geçmişle kıyaslandığında nasıl bir farklılık görüyorsunuz? sorusuna da, “Başta da dediğim gibi; Kürt müziğinde o dönemler büyük boşluklar ve eksiklikler vardi. Eğitimli müzisyenler de pek azdı. Herkes birbirini taklit ediyordu, bu yüzden ortaya yeni bir şey çıkmıyordu. Ama şimdi bu konuda çok mutlu ve umutluyum. Oldukça başarılı müzisyenler çıktı. Şimdi bağımsız ve başarılı işler çıkaran müzisyenler var. Çok sevindirici’’ yanıtını veriyor.

 20 dilden şarkılar

Stimme der Farben/Renklerin Sesi İsviçre’de birçok dilde şarkılar seslendiren uluslarüstü bir koro. Hakan Can’ın da içinde aktif olarak yer aldığı koro hakkında sanatçı şu bilgileri veriyor: “Stimme der Farben koromuz, 2014 yılında, bir arkadaş ortamında, ‘acaba yapabilir miyiz‘ diye konuşurken başladı. Sonra çalışmalara başladık. İlk konserimizi Zürih’te yaptık ve büyük bir ilgi gördü. Hatta bu ilgiye koro olarak biz bile şaşırmıştık. Ama bizi daha da motive etti; Zürih ve Basel’de konserler verdik. Koromuzun repertuarında dünyanın birçok yerinden 20 değişik dilde şarkılar var. Şimdi 2018 Nisanında Zürih Rotefabrikte yapacağımız konserin yeni projesi için çalışıyoruz.“


Bu söyleşi 10 Ağustos 2017 tarihinde Yeni Özgür Politika gazetesinde yayımlandı

Kürt edebiyatının dünyaya açılan penceresi: Bextiyar Eli

Kürtlerin Nobel hayali

  • Almanların ‘Kürdistan’nın anlatı sihirbazı’ olarak adlandırdıkları Kürt yazar Bextiyar Eli, Almanya’da hatırılı sayılır bir edebiyat ödülü olan Nelly-Sachs’e layık görüldü. Nelly-Sachs jürisi Eli’nin Batı dünyasında ‘keşfedilmemiş önemli bir yazar’ olduğuna dikkat çekti. 



Almanların ‘Kürdistan’nın anlatı sihirbazı’ olarak adlandırdıkları Kürt yazar Bextiyar Eli geçenlerde Almanya’da hatırılı sayılır bir edebiyat ödülü olan Nelly-Sachs’e layık görüldü. Bu ödül yazarın Almanca’da yayımlanan ikinci romanı ‘Die Stadt der weißen Musiker’in (Beyaz Müzisyenler Şehri) ardından gelmesi güzel bir rastlantıydı. İlk romanı ‘Der letzte Granatapfel’ (Dünyanın Son Narı) Almanca okurlar arasında kısa bir sürede büyük bir ilgi uyandırmıştı. Zaten 6 aylık bir süre zarfında 5. baskıyı bulmuştu. Şimdi ise yazar, ikinci romanının tanıtımı için Almanya, İsviçre ve Avusturya gibi Almanca’nın konuşulduğu ülkelerde edebiyat etkinliklerine katılıyor.
 

6 yıl sonra Nobeli aldılar
Nelly-Sachs jürisi Bextiyar Eli isminde karar kılarken, Eli’nin İslam dünyasının en önemli yazarlarından biri olduğunu belirterek, onun hala Batı dünyasında ‘keşfedilmemiş’ olduğunun altını çizdi.
İki yıl arayla Eylül ayında verilen ödül şimdiye kadar birçok tanınmış yazarla buluştu. Öyle ki, 1975 yılında bu ödüle layık görülen Elias Canetti 6 yıl sonra Nobel Edibiyat Ödülü’nün sahibi oldu. Yine Güney Afrikalı kadın yazar Nadine Gordimer, 1985 yılında bu ödülü aldıktan 6 yıl sonra Nobel ile kucaklaştı. Son yıllarda eserleri İngilizce ve Almancaya çevrilen ve büyük bir ilgi gören Bextiyar Eli de birkaç yıl sonra bu ödülün sahibi olabir mi? Şimdilik bilemiyoruz, ama neden olmasın.

Abdulla Peşêw ve Nobel
20014 yılında, Nobel Edebiyat Ödülü ile Güneyli Kürt şair Abdulla Peşêw’in ismi bir arada anılmıştı. Bu Kürtler arasında bir heyecan yaratsa da Abdullah Peşêw Kürter dışında pek tanınamadı.  
2014’te İsveç Nobel Komitesi Kürt PEN’e başvurarak Kürtleri temsilen bir adayın kendilerine iletilmesini ister. Bunun üzerine Kürt PEN tartışmalar sonucunda şair Abdullah Peşêw isminde karar kılarak, komiteye bildirdi. Her yıl 300 yazarın adaylık sürecinden geçtiği Nobel Edebiyat Ödülü için nihai olarak geriye kalan 10 yazarın arasında Abdulla Peşêw adı geçmiyordu. 
Nobel Edebiyat Ödülü için en önemli viraj, yazarın kalitesi ve başarısı kadarda ‘çeviri’dir. Zira komitenin de okuyabilceği yaygın bir dilde çevirisi olmayan bir yazarın o ödüle ulaşması çok zor. Fakat Bextiyar Eli’nin Almanca konuşulan ülkelerde ve İngilizce çıkan romanları belli bir etki yarattı. Uygun ve iyi bir çeviri için yıllarca bekleyen yazar için hala ‘yeterince keşfedilememiş bir yazar’ vurgusu yapılması boşuna değil, zira önümüzdeki yıllarda daha farklı dillere çevirilme olasılığı da yüksek. Şimdilik yazarın bu iki yaygın dil dışında Farsça’da da hatırılı sayılır bir okuyucu kitlesi var.

 Sinerjiye bakınca hak vermemek elde değil
Alman basınında sık sık kulanılan ‘keşfedilmemiş çok önemli bir yazar’ sıfatı, yazarın romanlarının okuyucuyla buluştuğu anda ortaya çıkan sinerjiye bakınca hak vermemek elde değl. Zira Kuzey Kürdistan’da sınırlı bir okuyucu kitlesi olan Kurmancî’nin önemli yazarları bile yıllarca kitaplarının ikinci baskısını göremezken Bextiyar Eli’nin Avesta yayınlarında Kurmancî’ye çevrilen üç eserinden ikisi ‘Apê min Cemşîd xan ku hertim bê ew li ber xwe dibir’ ile ‘Êvara Perwaneyê’ birkaç yıl içinde ikinci baskısını yaptı. Yazarın ‘bu romanımla tanındım’ dediği Duwahamîn Henarî Dunya (Dünyanın Son Narı) romanı ise yakın bir zamanda Avesta etiketiyle ‘Hinara Dawî ya Dinyayê’ adıyla okuyucuyla buluşacak. 

Márquez mi Bextiyar Eli mi?
Aynı zamanda iyi bir eleştirmen de olan yazarın geçenlerde Yeni Özgür Politika gazetesinin iki hafta arayla yayımlanan kültür sanat eki PolitikART’ın Kürtçe sayısında Luqman Guldivê’yle kapsamlı bir söyleşisi yayınlamlandı. Yazar kendisi için yapılan ‘Kürtlerin Marquez’i’ tanımlamasına karşı çıkarak, şöyle cevap vermişti: ‘’İşin aslı ben Bextiyar Eli’yim, fakat Márquez büyük bir yazar. Zira ilk başlarda üzerimde de büyük bir etkisi oldu.’’
Yazarın romanlarında‚ ‘büyülü gerçekçilik’ tarzının etkilerin görmek mümkün; ki kendisi de bunu kabul ediyor ve aynı söyleşisinde şunları belirtiyor: ‘’Latin Amerika edebiyatının üzerimde etkisi vardı ve Gabriel Márquez ve magic realismin beni etkilemişti. O üslübla yazmayı istiyordum. Çünkü Kürdistan’da anlatılmayan sayısız öykü ve deneyim vardı. Bana göre yazık olacaktı, çünkü edebi bir anlamda bunlar belgelenmemişti. Ben bu eksikliği ve boşluğu gördüm.’’

Tekerrür eden tarih
Romanlarında yaşadığı siyasi atmosferi ve toplumsal kaousu eleştirel bir bakış açısıyla yansıtan Bextiyar Eli, Kürtlerdeki toplumsal ve siyasi belleğin zayıflığına vurgu yaparak‚ ‘’Yaşanan felaketleri; yaşanmışlıkları bir çırpırda unutmak olmaz. Gerçekçi olan şudur ki yaşanmışlıklar tecrübeye dönüşmeli. Maalesef, biz Kürtler yaşanmışlıkları tecrübeye dönüştüremiyoruz, ya da bimiyoruz. Tarih tekerrür ediyor bizde. Özellikle Güney Kürdistan’da bu tekerrürü çok yaşıyoruz’’ diyor.

Rojava umudumuz oldu
Yazar, Kuzey ve Rojava Kürdistan’ındai halkın direngenliğine atıfta bulunarak şunları belirtiyor: ‘’Kuzey Kürdistan’daki Kürtlerin mücadelesinin benim için büyük bir anlamı var. Rojava’yla birlikte yegane umudumuz oldu. Kanaatimce Güney Kürdistan’daki yaşadığımız tecrübe iyi bir örnek olmadı. Umuyorum ki, bu Kuzey ve Rojava’da bu tecrübe doğru bir hal alır.’’

Talihsizliği Kürt olması
Kürtlerin Nobel hayali iyi bir romancı olan Bextiyar Eli ile beraber yeniden depreşti. Kürtçe’nin bir yazarının bu ödüle erişmesi zorlu bir yol, fakat imkansız değil. Güneyli öykücü ve çevirmen Şêrzad Hesen’in, Bextiyar Eli için söylediği şu sözle noktayı koyalım: ‘’Bextiyar Eli, Nobel Edebiyat Ödülü’nü hak eden biri, fakat talihsizliği Kürt olması. Kürtler arasında yetenekli ve becerikli insanların düşmanı dostlarından daha çoktur.’’

Bu yazı 20 Eylül 2017 tarihinde Yeni Özgür Politika gazetesinde yayımlandı

Bir cümlelik silah: Kürdistan sömürgedir

Foto: İbrahim Demirel 70’li yılların ikinci yarısında Kuzeyli Kürt örgütleri içinde sömürgecilik tartışmaları popülerdi. Ancak o günlerdeki ...